26 Aralık 2011 Pazartesi

2011...den 2012...ye



Hep "an’ı yaşa" deriz kendimize veya çevremizdekilere... Fakat bunu gerçek anlamda uygular mıyız? Uygulamaktan öte anlar mıyız? Ben 2011’e kadar anlamadım sanırım, şimdi uygulayabiliyor muyum? Bunu an’lar belirleyecek.

Konu an’lar yani Şimdi’den açılınca sene kavramı, 2011 değerlendirmesi ve 2012 hedefleri ile çelişiyor sanki. Ancak Şimdi’de yaşamak, geçmişteki an’lardan ders almamayı ve gelecekteki an’larımı planlamamayı, hedefleri belirlememeyi gerektirmiyor.

Buna saat-zamanı diyebiliriz. Ancak geçmişe takılı kalmak, veya devamlı geleceğe bağlı yaşamak, var olmamak demek. 'Ah bir okusaydım, ah başıma bunlar gelmeseydi' gibi... Veya 'ah şu okul bir bitsin, ah ben bir emekli olayım, ah bir terfi alayım, siz beni o zaman görün' gibi serzenişler... Geçmiş veya gelecekte tutuyor bizi.

2011 planlarımı hatırlıyorum, 10,000 sayfa kitap okumak ve iş değiştirmek gibi hedeflerim gerçekleşti. Bunların dışındaki hiç bir gelişmeyi ne tahmin edebildim ne de hayal...
6 yaşımdayken, 'Bu benim okul sorumluluğumun olmadığı en büyük yaşım' dediğimi hatırlıyorum, lise’deyken 'Artık çok olgunlaştım' dedim, budur işte... Üniversite hayatı artık zirve gibiydi, bundan daha iyisi olmazdı... Olan ondan sonra oldu: Uzun süre takıldı hayat, çünkü iş hayatı “gelecek” beklentilerini vermiyordu bir türlü. Bu dönem 2003 yılına kadar devam etti. Yeni bir sistem, evlilik devreye girdi.

Ancak tam taşlar yerine oturmamıştı, iş hayatı, hırslar kendimi kaybederken “baba” olmak bambaşka bir rol daha eklemişti hayata. Bu hayatımın bir dönüm noktasıydı sanki... Ancak baba olmak adına, “kendi’m” olmayı bırakmış mıydım? Öte yandan, hep içimde olan kitap sevgisini fışkırması ile başka bir öğrenme süreci de tetiklenmişti... Derken bir başka muhteşem çocuk geldi ailemize. Artık tam bir kaos içinde gitmek, maskeler takmak, 'Çok şükür Pazartesi geldi' demek... Körleşmek, bakmak ama görememek, görmek ama ifade edememek, ifade etmek ama müdahale edememek, müdahale etmek ama 'tüh ya' demek; korkmak, endişe duymak, vicdan azabı duymak, 'çok şükür' demek ve sabır göstermek.

İşte bu halde 2011’e girerken, bir de üzüntülü haber, doğmak kadar doğal ve hatta belki de hayırlı olan ölümü, sanırım hep acı ile karşılayacak insanoğlu... 2012 başlarken, artık “tamam” demek yok, “olduk” demek yok, sonsuza kadar bir öğrenme süreci, hatta öğrendiklerini unutma, ölmeden önce ölme süreci bu... 

Yaşarken ölmek için gereken farkındalık ve Acı-Öfke-İsyan etme üçlüsü... Bu üçlüyü takip eden kabullenme, affetme, ve özgürleşme...

İşte, bu aşamada Var’lığını, an’ı, zihninin ötesindeki gücü hissedebiliyorsun. 2011... Her an’ında tanrıya şükredebildiğim, Tanrı'nın kullarına “dayanamayacakları acıdan fazlasını vermeyeceğine” inandığım, isyan ettiğim, kabuklarımı kırdığım, nefes aldığım bir sene... 

20 Aralık 2011 Salı

Evren ve Çekim


Çekim yasası... 
50,000 yıllık insanlık tarihinde herkesin içinde yaşadığı ancak kimsenin göremediğini Newton gördü. Dünya elmayı çekiyordu. Herkesin hep gözü önündeydi bu gerçek... Ta ki Newton'a kadar, bu durumu kimse anlayamadı.

Gerçek? Gerçek nedir?
Gerçek beynimizin algıladıkları mıdır?
Biz dünyayı düz algılıyorsak dünya düz müdür?
Metali, kumaşı ellerimizle dokunduğumuzda neye benzediğini biliyoruz.

Ancak hiç eliniz uyuştuğunda metale veya kumaşa bir ellediniz mi? 
Algılarımızla kendi gerçekliğimizi mi yaratıyoruz?
Bu açıdan bakarsak; gerçek diye adlandırdığımız her şeyler -zihnimizin- algıları; kısacası elektrik sinyalleri...

Her maddenin derinine indiğimizde ise atomları görüyoruz. Atomların da ötesinde elektron ve atom çekirdeği... Onlarında da ötede quarkları... Ve en sonunda boşluk ve enerjiden başka bir şey kalmıyor geriye... Bilim insanları için madde kelimesinin eski anlamı yok artık. Bir atomun %99'u boşluktan oluşuyor!

Gökyüzüne baktığımızda asıl olan mesaj yıldızların güzelliği mi? Yoksa her şeyin büyük bir boşluktan oluştuğu mu? Boşlukta kalan küçük parçalar ise titreşiyor ve birbirleri ile çekimle etkileşiyorlar, devamlı bir hareket halindeler.

Biliyoruz ki, Evren genişliyor, ve Büyük Patlama teorisine göre tek bir iğne başı kadar bir top patlayıp genişlemeye devam ediyor. Bu teoriye göre Evren'deki her şey halen birbirleri ile bağlantı halinde...

Bu sebeple biz de birbirimize çekiliyor olabilir miyiz?  Zihnimizde oluşturduğumuz düşünceler bizim kendi gerçekliğimizi mi yaratıyor?.. Tanrı, bu illüzyonla bizi sınıyor mu? Yoksa bu sadece gelip geçici bir hediye mi?

5 Aralık 2011 Pazartesi

Yapraklar ve Sonbahar


Sonbahar... güzelliği anlamak için büyümek mi gerekiyor?
Yazı, baharı ve hatta kışın yağan karı sevmeyen çocuk pek olmaz.
Ama sonbahar, o muamma...


Bu sonbahar, onun ne kadar eşsiz, ne kadar muhteşem olduğu keşfetmek için bazen 40 sene geçmesi gerekiyormuş meğer... 

Yaprakların dallarından kopuşuna tanıklık etmek tarif edilemez... Evrenden gelen bir emir, bir zamanlama sanki. Evet, Yapraklar dökülüyor ancak hüzünlü değil. 
Yenilenmek için, hayatın muhteşem evresini tamamlamak için, bahara tekrardan hazırlanmak için... Vücudu temizlemek, geçmişte yaşanan anlardan özgürleşmek için... Var'lığın yaratıcılığı ispatlamak için...

26 Eylül 2011 Pazartesi

Su...



Su...

Buz olur, serinletirsin
Sıcak olur, içimizi ısıtırsın
Çiğ olur, yere düşersin
Bulut olur, hayallerimizi süslersin
Tuzlu olur, ayağımızı yerden kesersin
Temiz olur, bize kavuşursun
Kristal olur, bizi mutlu edersin
Dolu olur, korkutursun,
Buhar olur, uçarsın
Beyaz olur, kirleri örtersin
Sel olur, değişirtirirsin
Sabırlı olur, sanatçı olursun
Duş olur, temizlersin
Basınç olur, bizi kavuşturursun
Yağmur olur, hayat verirsin
Birikir, deniz olursun
Gözyaşı olur, duygularımıza dönüşürsün

Karasinek

Hiçbir zaman bir karasineğe sempati ile bakmadım, hatta rahatsız oldum. Ancak beni mutfakta yakalayan bu sinek için farklı hissettim. Sanki ikimizde belirsiz ancak derin bir yolculuğun neferleri idik. Az bir süre de olsa birbirimize arkadaşlık edebiliriz diye düşündüm.
Takılsın dedim. Belki de artık hiçbir şeye karşı ön yargıyı bırakmamdan da kaynaklanıyordu bu duygu. Onca düşünceden sonra Sokrates’in dediği gibi “Tek bir şey biliyorum; o da hiçbir şey bilmediğim”.

Belki de meleklerden biri sinek kılığında bana kahvaltı hazırlarken, sabah sabah çayımı yudumlarken yanımda olmak istiyordu...
Sonuçta hepimiz, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz Tanrı’nın yarattıkları değil mi?
Lego parçalarından yaratmak gibi, görebildiğimiz her madde aynı elektron, proton ve nötronların farklı kombinasyonundan oluşmuyor mu? Hatta maddenin bile değil... Sadece enerjilerin farklı titreşimi ve etkileşimi sonucu ortaya çıkan muazzam çeşitlilik!..
Kahvaltı hazırlarken bu kadar çeşit yiyeceğe ve karışıma, karışımların yarattıkları farklı sonuç ve lezzetler insanı büyülemiyor mu?
Küçük dokunuşlar ve eklemeler ne muazzam tat farkları yaratıyor! Hayatımızda da böyle değil mi? Çok küçük olaylar, dokunuşlar, hayatımızın gidişatını değiştirebiliyor...

Yiyeceklerden en favorilerimden biri de mantar.
Mantarın o yapısı, karanlık ortamda ve toprakta sanki orayı aydınlatmak istercesine bembeyaz büyümesi.
Mantarın içerisindeki muazzam şekillere bakarken kendimden geçiyorum, lakin tüm teknolojiye rağmen bu tip bir yapıyı henüz üretemiyoruz. Bizim sinek ise ona nispet yaparcasına poz veriyor mantarın üzerinde...

23 Eylül 2011 Cuma

Roxanne



"Neden kalbim ağlıyor?
Savaşamadığım duygular
Beni terk etmekte özgürsünüz,
Fakat beni aldatma
Ve lütfen bana inan
Seni Seviyorum dediğimde..."

17 Eylül 2011 Cumartesi

The Ramen Girl

“Hazırlanan her kase ramen müşterin için bir hediyedir. Sunduğunuz yiyecek o kişinin parçası olacaktır. Ramen, senin ruhunu taşır.İşte bu yüzden ramen saf sevginin ifadesi olmalıdır... Kalbinden bir hediye”.
The Ramen Girl filminin kahramanı hiç bir işte dört aydan fazla çalışmamış Abby'dir. Onun macerası sevgilisinin elinden kaçırmamak için Japonya’ya gelmesi ile başlar. Ama sevgilisi onunla fazla ilgilenmeyip gidince, büyük hayal kırıklığına uğrayan Abby, büyülü bir “ramen” (Japon erişte çorbası) dükkanı keşfeder.

Ramen ustası adet sihirli iksir hazırlar gibi pişirmektedir yemeği. Neşesi olmayan müşterilerin keyfini yerine getirmektedir. Abby bundan çok etkilenir. Bir şekilde dükkanda ayak işlerini yapmaya başlar. Birden bire bir ışık çakar ve Abby, ramen ustası olmaya karar verir. Başlarda dükkanın sahibi onu hiç istemese de, Abby’nin ısrarı sayesinde onu dükkana kabul eder.
Ne Abby Japonca bilir, ne de usta ve eşi İngilizce... Ancak lisan olmadan da anlaşırlar. Abby işe bulaşık yıkayarak, tuvalet temizleyerek başlar... Ancak usta ona çok sert davranmaktadır. Tüm bunlar Abby'yi yıldırmaz. Usta sınırlarını zorlamaya devam eder, Abby en sonunda pes eder ve devrilir... Ancak yine ayağa kalkar devam eder. Amacından vazgeçmez.



Usta ona dükkanı temizletirken, aslında zihnini ve ruhunu da temizleyip olgunlaşmasını hedeflemektedir. 
“İşe gözyaşlarını çorbaya katarak başla. Kelimelerle düşünmeyi bırak. Kalbini kullan” 
Öte yandan usta, Paris’e giden oğluna dargındır ve üzüntüsünü içine atarak sert durmaya çalışmaktadır. Genellikle, sessiz duran ve insanları iyi analiz ustanın eşi dükkanda dengeleyici unsurlarından.

Ramen yapımı için gereken her malzeme için hassas olan usta bizzat alımları kendi yapmaktadır. Lezzetli bir ramenin ancak tüm detayların mükemmel bir şekilde yapılması ile olacağını bilir. Sonunda Abby’i tekniği öğrenir ancak lezzette bir eksik vardır; Abby duygusunu, ruhunu yemeğine vermeyi öğrenmelidir...


Japonya’nın gelişmiş iş dünyası ve şehirleri ile geleneklerine bağlı kültürünün iç içe olduğunu çok güzel resimlerle veriyor film.
“Bir kase ramen bir evrendir. Deniz, Dağ ve Dünya’dan can bulur. Mükemmel uyumla var olur. Uyum çok önemlidir. Tüm parçaları bir arada tutan çorbadır (evrensel güç). Rameni gözlemle.”

13 Eylül 2011 Salı

Gerçekler mi?



Her zaman annemin neden berebar yaşadığımız olayları, daha ileriki zamanlarda 'farklı' anlattığını düşünür dururdum.
Önceleri sanırım canı nasıl anlatmak istiyorsa öyle anlatıyor ama içinde gerçeği biliyor derdim.
Sonraları anladım ki, cidden inanarak anlatıyor.

Neleri hatırlıyoruz? Beynimiz neleri, ne şekilde hatırlayacağını şeçiyor.
Bu hafıza kırıntılarını duyguları ile hatırlıyor. Bir öğretmenininizi aklınıza getirdiğinizde onun hakkındaki duyguları da canlandırmış oluyorsunuz.

Bizim için olumlu veya olumsuz bir duygu kıvılcımı olan olayları daha net hatırlıyoruz; kötü olayları daha da fazla hatırlıyoruz, bazen beynimiz bunu bilinçaltına atıyor ama derinlerde bir yerde hep karşımıza çıkıyor bu...

Bundan fazlası da gerçekleşiyor; anılar değişiyor!
Olmayan yazpoz parçaları geliyor, hikaye efsaneye dönüşüyor. Zihin olmayan veya hatırlayamadığı parçaları ekliyor.


Kendi aşk hikayem gibi, anlatıkça anlatıyorum, hayal ettikçe ediyorum; gökler yarılıyor, güneş doğar gibi gözleri, dudakları önümde doğuyor... zaman duruyor, Blues Brothers'ın meşhur sahnesi gibi; gözüm hiç bir şey görmüyor!

Annemin ortak anılarımızda da olduğu gibi aynı olayı ikimiz bile hatırlasak farklı hatırlıyoruz.

Gerçek mi önemli, yazılan efsaneler mi, yoksa yaşatılan duygular mı?
Yoksa tam şu anda ne hissettiğniz mi?

4 Eylül 2011 Pazar

Bazen














Güneş doğar güneş batar ama insan uyumaz bazen... düşünür...
"Deniz" masmavidir ne güzel ama insanlar görmez bazen.
Üzme kendini, ümitsiz gibi... sevgin var bak ne güzel...

Bazen,
Ne uykuya ne yemeğe ihtiyacı kalır. Düşünür düşünür; zaman durur bazen.

Bir ömür geçer, uyuruz bir geceymiş gibi, tüketiriz bir bira gibi...
Geriye bakar şaşar kalırız.
Kalan köpüklere bakarız: hatalar, ihmaller, hayatı "yaşamamazlıklar"...
Anlamamazlıklar, bencillikler, kısıtlı bakış açısının hapsi... 

Egonun hakimiyeti...Yapılması gerekenler unutulur, zaman ve ilgi azalır...
Hayaller süresiz ertelenir, unutulur, söylenmesi gerekenler, hissedilmesi gerekenler yastık altına konur.
Bir gündüz, bir gece gibi sanki...

Hayat kayar altınızdan, farklı ve karpıtılmış anılar birikir zihinlerde, kalplerde... 
kimi hüzünlü kime neşeli...

Sonra zaman durur, evren yavaşlar... zaman akmaz sanki, insan düşünür, düşünür tekrar dünyaya gelmiş yaşar gibi... kelimeler yetersiz kalır, sonsuz sarmallar başlar kalple zihin arasında... ikisi de sorumluluğu birbirine atar gibidir...

Bazen,

Dakikalar saatlere, saatler günlere, günler ömürlere döner... ama fazlasıyla canlı fazlasıyla hayat dolu!
İşte, o zaman görür insan çiçekleri, denizi...

26 Ağustos 2011 Cuma

Müşfik Kenter



Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi? 
Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi? 
Hiç vaktiniz yok, "Fast live", "Fast food", "Fast music", "Fast love"... 
Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler, "out" lar... 
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında 
bitecek hepsi. 
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum! 
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program 
verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini? 
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını? 
İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza? 
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız? 
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir? 
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman? 
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın 
tomurcuklandığını? 
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında? 
Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda? 
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı 
yetmiyor? 

Müşfik KENTER

25 Ağustos 2011 Perşembe

Civciv














Uzun yıllar önce bir köyde her şeyi bilen bir bilge yaşarmış. Tüm köydeki kızlar bilgeye ilgi duyuyorlarmış. Köyün en yakışıklı delikanlısı bilgeyi yenerek onu başarısız kılmak istermiş.

Delikanlı bir plan yapmış; elinde bir civciv tutacakmış. Elinde ne olduğu soracak, bilge doğru cevap verirse, "Peki civciv ölü mü diri mi?" diye soracakmış. Ölü derse, civcivi öldürmeyecek, diri derse civcivin boynunu kırıp öldürecek, böylece bilgeyi yenecekmiş.
Herkesin önünde delikanlı planını devreye sokmuş: "Elimde ne var ey bilge?" demiş.

Bilge: "Civciv" diye yanıtlamış.
Delikanlı: "Peki ölü müdür, diri midir?" diye sormuş.
Bilge: "Bu sana bağlı"

Uzun İnce Bir Yoldayız...


İyi ki varsın. İyi ki hayatımdasın... 

Sen benim tamımsın, ışığımsın, aynamsın.
Geçmiş geçmişte, gelecek ise yok...

Sadece "an"ımız, nefesimiz var,
Ve gelecekteki şimdilerimiz, hayallerimiz, yol haritamızın belli belirsiz görüntüsü...
Sen hiç hayatında "şu an" olmayan bir durum yaşadın mı aşkım?

Bunlarla ilgili "nasıl"ı O'na bırakalım olur mu?
Güvenli, Cesur ve Huzurlu olup... Akışa güvenelim...

O, insana kaldıramayacağı yükten fazlasını vermez. 

Bu yolu seninle eğlenerek, ağlayarak, beraberce özgürleşerek yürüyeceğiz. 
Seni Seviyorum...

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Monopoly



Teknolojinin bu kadar yaygınlaşması bir çok tartışmayı da beraberinde getiriyor. Hayatımızı kolaylaştırıyor mu? 
Yoksa daha içinden çıkılmaz bir hale mi getiyor? 
Bizi sosyalleştiriyor mu?
Yoksa izole olmamızı ve sosyal yeteneklere olan ihtiyacın azalmasını mı sağlıyor?





Tüm bu gelişmelerinden en çok etkilenen de oyun dünyası... 
Özellikle çoçukların hayatı öğrenmelerinin en güzel yolu oyun oynamak. 
Doğru oyunlarla fiziksel beceri, sosyalleşme, rekabet, alışveriş, sevinç, paylaşım, taktik geliştirme...

Bizim zamanımızın oyunları, yerlerini bilgisayar ve oyun konsollarına bırakıyorken bazı oyunların farklı versiyonlarının çıkması çok sevindici; özellikle Monopoly! 
Bazılarımızın "Borsa" versiyonunu oynadıkları Monopoly birçok seçeneği ile elle tutulur, yakınlarınızla oynabildiğiniz bir oyun.

2011'de Dino (1974) ve Bebi (2006) ilk "Şimşek McQueen" Monopoly oyununu oynadı. 
Dino'nun ikide bir "otopark" yerine "tapu" ve
Bebi'nin de "iflas etmek" yerine "Pes ediyor musun baba?" demesini bir yana bırakırsak çok eğlenceli ve keyifliydi...


Darısı tüm baba ve oğullara, tüm aile ve yakın olmak isteyenlerin başına...

26 Temmuz 2011 Salı

Kardeş Sevgisi


Dino (37): "Kardeşin seni çok özlemiştir"
Batu (5): "Özlememiştir!"
Dino (37): "Özlediğine eminim."

Batu (5): "Öyle demeeee!"
Dino (37): "Seni özlediği için üzüldüğünü mü düşüyorsun?"

Batu (5): "Evet..."

18 Temmuz 2011 Pazartesi

History of Violence


İnsanlar iyi ve kötü diye ikiye ayrılabilir mi?
Ayrılırsa bunlar doğuştan mı gelir? 

Yoksa her insan özünde iyi midir?
Nedir bizi şiddete ve kötülüğe iten?
İnsanlar değişebilir mi?


Yakın zamandaki Unknown gibi filmlerde de insanın düşündüren bu konu History of Violence da insanı düşündürüyor.

Eğer bir fırsat olsa, hafızayı sıfırlarsanız veya yeni dünyada tekrardan başlayabilseydiniz iyi mi başlardınız.

Özünde herkesin iyi olduğunu var sayarsak bu mümkün.

Film küçük bir Amerikan kasabasında başlıyor;
Tom küçük bir kasabada kafede barmenlik yapan bir aile babasıdır.
Bir gün kahveye yapılan bir saldırıda gelen kişileri karşılık verip onları öldürür ve kahraman olur. Kahraman ilan edip olayı abartmaya çalışan basın devamlı Tom'u medyaya taşır. Bununla beraber Tom'un unutmaya çalıştığı karanlık geçmişi onu yakalar...

Babası Danimarka'lı annesi Amerikalı Viggo Mortensen, 41 yaşında Yüzüklerin Efendisi Filmi ile ünlendi. Tom'un her şeyi kontrolü altında tutmaya çalışan eşini Mario Bello oynamakta... 2000 senesinin gençlik filmi Coyote Ugly filmindeki bar sahibesi ile akıllarda kalan Mario etkili bir oyunculuk sergilemiş. Ed Harris'in mistik karakteri de filme renk katmış.
The Fly, eXistenZ, Spider ve M.Butterfly filmlerini ünlü yönetmeni David Cronenberg ağırlıklı olarak çok popüler Hollywood yıldızlarından çok oyuncuları ön plandaki oyuncuları tercih ediyor.

23 Haziran 2011 Perşembe

Başarı İçin Gerekenler


1. Ön Hazırlık

a. Oyun maçta değil öncesinde kazanılır

b. Fiziksel, Zihinsel ve Duygusal açıdan hazır olmak
önemli

i. Kafanızda canlandırma ve vizyonlama çok önemlidir. Kendinizi o aktiviteyi
yapıyormuş gibi hayal etmeniz, başarmış gibi kutlama yapıyor olarak  görmeniz, hatta koşuyormuş gibi görmeniz bile sizi geliştirecektir.

     ii. O gün için sizi iyi hissettirecek bir kıyafet giyin, Elf lerin sihirli ic camasiri
     verdigi hayal edin. Sizlere enerji yükseltecek diye satılan bilezik, muska   tarzı cisimlerim asıl güç kaynağı sizsiniz.
     iii. Dinlenmiş, maksimum derece moralli olmak önemli ama en önemlisi  kendinizi tamamen hazır hissetmeniz için gereken ön çalışmalardır. Başına gelebilecek en kötü olayların olabileceğini düşünüp ona göre hazırlık yaparken, en iyiyi bekleyip hayal edin.

2. Problemler ve İnsanlar yerine Fırsatlar ve Çözümler

a. İnsanoğlunun konuşmalarının çok büyük bir yüzdesi,
insanlar ve problemler ile ilgili; çoğu geçmiş zamanda olanlar... Ve gelecekte
de aynılarının yaşanacağından eminmişiz gibi karamsarız.

Sıkıntıları inkar edelim demiyorum ama bunları kabul ederken, çözüme odaklanmak ve bundan bir fırsat çıkarmak gerekiyor. 

b. Kavga, tartışma olmadan sağlıklı ilişkiler kurulmaz
derler, tartışılır ama çoğu sıkıntılı dönemden sonra doğru yönetilirse insan
ilişkilerinin güçlendiğini, takımların daha sağlamlaştığını görüyoruz.

3. Korkmak için Maaş alıyoruz

a. Rahat çalışmayı herkes sever veya tam tersi zulüm
içinde çalışmayı kimse sevmez... Ama her iki durumda da başarının gelmesi zor. Ortalama düzeyde stresin faydası çok fazladır; ancak o zaman yaratıcı fikirler, ekstra çabalar ortaya çıkacaktır.

b. Ne zaman kedi kaplan kesilir? Şömine önünde mi?
Kendini tehlikede hissettiğinde mi? Ne zaman Türk milli takımı iyi performans
sağlar? Basit takımların karşısında mı? Yumurta kapıya dayandığında mı?

4. Dünyanın başarılı çalışanları sadece %1 düzeyinde, bu da riskleri
aldıklarından dolayı

a. Risk alın, aman bu garip bir fikir demeyin

b. Hayır demekten korkmayın, doğru bildiğiniz konularda
fikir üretmeye devam edin

5. Değişimle ilham al

a. Her şey değişim içindedir, hücrelerimiz, dağlar,
evren...

b. Değişimden korkmayın; tüm evren, dünya, kayalar son. Değişimden korkmayın; tüm evren, dünya, kayalar son derece müthiş bir şekilde hareken halindeler ve değişmekteler. Bu bizim doğamızda var. Mevcut durumun, koşulların farkına varın değişilmesi gereken bir sonraki nokta için "harekete" geçin... ve bu böyle sürsün gitsin.Değişimden korkmayın; tüm evren, dünya, kayalar son derece müthiş bir şekilde hareket halindeler ve değişmekteler. Bu bizim doğamızda var. Mevcut durumun, koşulların farkına varın değişilmesi gereken bir sonraki nokta için "harekete" geçin... ve bu böyle sürsün gitsin.
derece müthiş bir şekilde hareken halindeler ve değişmekteler. Bu bizim
doğamızda var. Mevcut durumun, koşulların farkına varın değişilmesi gereken bir
sonraki nokta için "harekete" geçin... ve bu böyle sürsün gitsin.

6. İş zanaattir, ustalıktır...

a. Her iş dalında olursa olsun, işinizi bir ustalık
olarak görürseniz aranan kişi olursunuz

b. Bu da her gün işinizi %1 de olsa geliştirmeniz, yeni
metotlar, faydalar düşünmenizle olabilir.

7. Dikkat dağıtıcı şey, yaratıcılığı öldürür. Basit ve Odaklı çalış

a. En tipik çalışan psikolojisi;çok meşgul olmaktır.
Kimisi bu bilinçli ve bilinçaltından
yapar. İnanç, meşgul insan önemli insandır ve meşgul olursam kimse beni
eleştirmez ve işe yaramaz olduğumu düşünmez

b. Tüm bunlardan sıyrılın; sizin işiniz için ne önemli
ise sadece onlara odaklanın. Ancak bu şekilde yaratıcı ve verimli
olabilirsiniz.

c. Ve bırakın ekibinizdekiler kendi yetki çerçevesinde
istediklerini yapsınlar.

8. Enerji gelebilmesi için önce harekete geçmek gerekiyor

a. Kedi Garfield gibi yatıp ilham gelmesini bekliyoruz,
beyaz atlı prenses gelsin, para gelsin, başarı gelsin. Ah bugün hiç enerjim
yok!

b. Enerji gelmesi için harekete geçin. Basit fizik
kuralları da göstermiş ki bir kütleyi harekete geçirmek için gereken enerji,
harekete geçtikten sonra gerekenden daha fazla... Önce aksiyona geçin gerisi gelecektir.

9. Büyük hayaller büyük Takımlar oluşturur

a. Hayallerinizi, vizyonunuzu ekibinizle paylaşın

b. Bu vizyonun anlamlı olmasında büyük fayda var. Bir
firmanın vizyonunda “Dünyanın 1. Numaralı ... firması olacağız” yazıyordu. Bu
ne derecede oranın çalışanlarını motive edecektir?


10. Onlar gibi olmak isteyeceğiniz kişiler ile beraber vakit geçir

a. Sizin gelişmenize katkı sağlayacak kişilerle görüşmeye
çalışın. Her ne kadar eski dostların yanında rahat ediyor da olsanız; zamanla
insanlar farklı yönlere gidebilirler. Siz takdir ettiğiniz ve onlar gibi olmak
istediğiniz kişileri tercih edin veya okuyun; kitaplar bize tanışmadığımız veya
hayatta olmayan insanları dinleme imkanı sağlıyor.

b. Siz de sizden etkilenecek kişilere bu imkanı verin,
hem bundan keyif alacaksınız hem de bu kişilerden de hiç ummadığınız şekilde etkilenebilirsiniz.



11. Vermek için takıntılı bir hale gelin (ama almayı da bilin)

a. İş yerlerinde veya özel hayatlarında bilgi saklayan
    veya bir işin nasıl yapılacağını göstermeyen karakterlere rastlarız. Bu da
kendimizi önemli kılmak, veya önemli hissetmek için yapılan bir davranıştır.
Veya kendi pozisyonumuzu korumak için.

b. Bu tavırla hiç bir başarıya ulaşamazsınız, kendinizi
    iyi de hissetmezsiniz. Takım olmadan, paylaşım olmadan sonuç alınamaz. Hayatım boyunca verdiğim destek, bilgi her neyse, hiç bir zarar görmediğim gibi, bana fazlasıyla geri döndü.
     "Bir mum diğer mumu yaktığında ışığından bir şey kaybetmez." [Mevlana]


Hayatta başarılar...

11 Nisan 2011 Pazartesi

Anton Çehov'un Bir Öyküsü


Rus soylularından iki zengin delikanlı bahse tutuşurlar.
Bunlardan biri yirmi yıl kapalı bir yerde, yalnız kalabilirse, bahsi kaybeden ona büyük bir para verecektir. Yirmi yıl tek başına kalmaya dayanamayıp çıkan ise, bahsi kaybedecek ve o diğer arkadaşına büyük parayı ödeyecektir.
Kapalı kalanın her istediği kendisine verilecek. Kapısında da bir nöbetçi bulunacak. Soylu delikanlılardan biri, tek penceresi, tek kapısı olan bir yere kapatılır. Kapıda nöbetçi bekler. Delikanlı bir süre sonra kitap ister. Ve gün geçtikçe kitap isteğini arttırır. Ve içerde ha babam okur. Öylece yıllar geçer. Bu arada, öteki delikanlı kumarcılığı ve uçarı yaşantısı yüzünden zenginliğini yitirmiş, sıfırı tüketmiştir.
Bütün umudu kapalıdaki arkadaşının (Anton Çehov) tek başına yaşamaya dayanamayıp kapalı olduğu yerden çıkması ve onun da bahsi kazanıp paraya konmasıdır.
Arkadaşını kaçmaya kışkırtmak için de türlü çareler düşünür.
Nöbetçiye görmezden gelmesini söyler. Kapıyı açık bıraktırır, ama ne yaparsa yapsın, arkadaşı kaçmaz. Arkadaşı içerde okumaya devam eder...
Yirminci yılın son gecesi, artık son çare, arkadaşını öldürecek ve buna bir intihar süsü verecektir.
Hani yalnızlığa dayanamayıp, canına kıymış gibi gösterecektir. Böylece bahsi kazanıp parayı alacaktır. O niyetle, sabah, gün doğmadan önce arkadaşının kapalı olduğu yere girer. Ama içerde arkadaşı yoktur. Pencere de açık!. Tamam, demek kaçmış.
Parayı alacaktır öyleyse... Nedir o?!
Masanın üzerinde arkadaşının kaçmadan önce kendisine yazıp bıraktığı bir mektup durur: "Tek başına yirmi yılı doldurmama bir saat kala buradan ayrılarak, seni bana para vermekten kurtarıyorum. Çünkü yirmi yıldır okuduğum kitaplarla öyle zenginleştim ki, bana vereceğin büyük paranın bile gözümde hiçbir değeri kalmadı. Beni bu sonsuz zenginliğe kavuşturduğun için sana teşekkür ederim."
İnsan, yaşamında sahip olmak değil de, olmak fiili ağır bastığında, her türlü yabancılaşmadan kurtulur, varoluşun sebebini bulur ve tam anlamıyla insan olur...

23 Şubat 2011 Çarşamba

The Hoax (Sahtekar)


Gerçek bir hikayeden esinleninmiş bir film “Sahtekar”.
Clifford Irving (Richard Gere), ünlü bir yazar olmaya uğraşmaktadır. Bir türlü başarılı olamaz ve yirmici yüzyılın en büyük biyografini yazacağını iddia eder. Kitap ünlü “Howard Hughes” hakkındadır.

Martin Scorsese'in beş dalda Oscar kazanan Göklerin Hakimi (Aviator) filminde de hayatı anlatılan Howard Hughes'un bütün sırlarını paylaşacağını iddia eder.
Yazarlıkdaki yeteneğini bu yalanı sürmekmekte kullanır. Bu sayede çok servet kazanır.
Bu araştırmalar sırasında gizli kalması gereken bilgilere ulaşır.
Bu sebepten dolayı başı belaya girer.

Özel hayatını da yalanlar üzerine kuran Clifford Irving’in gerçek hikayesi izlenmeye değer.

IMDB Notu: 6.8 (9500 oy) Dino Notu: 7.5
Yönetmen: Lasse Hallström
Oyuncular: Richard Gere, Marcia Gay Harden, Julie Delpy, Alfred Molina

11 Şubat 2011 Cuma

Kumarbazlara Karşı Önyargılı mıyız?


Kumarbazlar genellikle tüm dinler tarafından dışlanan kişiler arasındadır.
Peki Usta kumarbazların dine bakış nasıl olabilir? Kendileri inanç sahibi insanlar mıdır? Usta kumarbazlar çok iyi olasılık hesapları yaparak başarılı olurlar. Oyunlarını yüksek olasılıklı seçimler yaparak oynarlar. 

Hayat ve hayat sonrası için bir olasılık hesap yaptıklarını varsayalım. Dünyadaki harcayabileceğimiz para çok da olsa sınırlıdır; buna (A) diyelim. Yaşam süremize de 100 yıl, bu da (C) olsun... Yaşam sonrası cennette vadedilen sınırsız mutlu bir yaşam, bunu sonsuz işareti ile belirtebiliriz, ∞ ve son olarak dünyadaki yaşamdan sonra edebi bir hayatın olma ihtimalini çok düşük tutalım: milyonda hatta milyarda bir diyelim, 0.000000001.

Her şartta (A) x (C) <<<<<< 0.oooooooo1 x ∞

Çünkü ∞ x herhangi bir rakam yine sonsuzu verecektir. Kumarbazları bir yana bırakacak olursak, yapılan araştırmalara göre insanların %90'nı ölümden sonra yaşamın olduğuna ve yaklaşık %70'i cennet veya cehennem olduğuna inanıyor.

Zamana baktığımızda insanoğlu evrenin tarihinin sadece son %0.0001'lik dilimde hayatta. Fiziksel olarak da kendi galaksimizde bile ışık hızında (saniyede 300,000 km) seyahat etsek ömrümüz buna yetmiyor... Hayat fiziksel ve zamansal olarak bu mudur?

9 Şubat 2011 Çarşamba

Somewhere


Başarılı ve varlıklı ailelerin çocukları olmak zordur.
Ailenin başarısı hep önlerinde engel olur, çocukların başarıları ise ailenin mirası gibi algılanır.
Francis Ford Coppola'nın kızı Sofia Coppola için de durum farklı olmamalı. 

Daha bebekliğinden beri çeşitli filmlerde rol almış.
Hatta, 1 yaşında babasının yönettiği efsanevi 'Baba' filminde bir erkek bebeği oynamış!
Aynı zamanda sadece babası değil, dedesi bile 
Oscar'ı en iyi müzik dalında kazanan Carmine Coppola...
Bununla da bitmiyor; Nicolas Cage de Sofia'nın kuzeni.


Ama bunlara aldırmayan Sofia, daha başarılı olabileceğini düşündüğü senaryo yazarlığı ve yönetmenliğe ağırlık veriyor. 2004 senesinde "Lost in Translation" filmi ile en iyi senaryo dalında Oscar ödülünü kazanıyor. Üç jenerasyon bu ödülü kazanan ikinci aile oluyorlar.

Somewhere, Sofia'nın son filmi:
Filmdeki kahramam çok ünlü ve zengin bir aktör: Johnny Marco (Stephen Dorff).
Kendisi Ferrari kullanıp, her gece başka güzel kadınla beraber olan biri.
Boşandığı bir karısı ve bu birlikteliğinden bir çocuğu vardır.
Birçok kişinin imreneceği ama sadece maddesel bir yaşantı...


Kızı ile çok az vakit geçiren Johnny, bir tesadüf eseri kızı ile seyahate çıkıp onunla daha uzun vakit geçirmek zorunda kalır.
Birbirleri ile güzel bir iletişim kurarlar ve Johnny unuttuğu hobilerini (piyano çalmak gibi) hatırlar ve kızıyla paylaşır...
Kızı annesinin yanına geri döndüğünde ise artık "sadece onun ünü" için onun etrafında olan insanları ve yaşantısını gözden geçirir; kendini boşlukta hisseder ve "ben hiçbir şeyim" diyerek eski karısını arar ama ummuduğu desteği alamaz. 


Filmin son sahnesinde arabasına biner ve yeni bir hayata doğru gaza basar, gider, gider ve arabayı yolda terkedip yürüyerek ince uzun bir yola devam eder... 

Artık sadece kendisine ihtiyacı vardır...

2 Şubat 2011 Çarşamba

Düşüncelerden Ortak Bilince...

Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür...
Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür...
Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür...
Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür...
Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür...
Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür...” 
[Gandhi]











Düşünce nedir?
Beynimizdeki nöronlar arasındaki enerji akımları, yani elektrik...
Elektrik ise elektronun başka bir atomun yörüngesine sıçramasıdır;
Kuantum Sıçrama!


Kuantum fiziğine göre herşey sadece enerjiden oluşur, yani ışıktan...
Daha derine indiğinizde ise boşluktan başka bir bulamazsınız.
Boşluk
 hiçbir şey değildir... Bu bağlantıların olduğu bir dünyadır...
Ve bireysellik bir illüzyondur... Hepimiz dolaşığızdır... Bağlantılıyızdır...
Tek bir bilincin uzantılarıyız...

27 Ocak 2011 Perşembe

Meslekler ve Kazançlar


Hollandalı bir futbolcu şöyle bir demeç vermiş: "Biz yaptığımız iş için hak ettiğimizin çok ama çok üzerinden paralar kazanıyoruz, sonuçta ben futbol oynamayı sevdiğim için oynuyorum."

Kimisi halı sahada futbol oynamak para harcarken, profesyonel oyuncular astronomik rakamlar kazanabiliyor... Bu tüm sporcular için geçerli değil, ancak bazı ülkelerdeki ilginç sporlar hariç ağırlıklı olarak futbolda görüyoruz bu durumu... Sevilen ve takip edilen "popüler" dediğimiz spor dalları ile ilgili daha çok...

Benzer durumlar şarkıcı, manken ve "bazı" sinema oyuncularında da mevcut.

Bir şarkı nelerden oluşur? Uzman değilim ama melodi, söz ve tabii yorumlayan kişiden oluşur diyebiliriz. Bazen garip olan çok usta söz yazarlarının ve bestecilerin elinden çıkan şarkıları söyleyenler onlardan çok daha fazla kazanması... Klasik müzikte genelde şarkıcı yoktur, besteciler vardır; ancak bugünkü kadar şanslı değillerdi sanırım. Örneğin Beethoven'in açlık içerisinde öldüğü söylenir. 

Peki, bu insanlar bu paralar haksız mı kazanıyorlar? Zorla mı alıyorlar? Buna ne sebep oluyor? Bu insanları geçici bir süreliğine de meşhur yapıp müthiş kazançlara boğan bizler değil miyiz? Mankenlerin, futbolcuların, şarkıcıların kitapları, filmlerini, yemek kitaplarını, televizyon programlarını, gazeteciliklerini, tavsiyelerini almıyor muyuz?!

22 Ocak 2011 Cumartesi

Flipped

















"Babamla olmak güzeldi. Pek konuşmuyorduk. Ama sessizlik bizi kelimelerden daha çok birbirimize yaklaştırıyordu." 
Sadece bizim babalarımız değilmiş sessiz bağ kuran... Konuşmaktan çok daha güçlü bir bağ kurar sessizce hayatı paylaşmak, ruhları dinlemek...

2010 yılında vizyona giren Flipped tüm aile bireyleri ile beraber izlenebilecek keyifli bir film. Kadın ve erkeklerin farklı bakış açılarını çarpıcı ve eğlendirici bir şekilde gösteriyor. Çocukların ve eşlerin birbiri arasında kurulmayan iletişimden dolayı kendi algılarıyla aynı evin içinde farklı yaşamlar sürüyorlar...

Hayatı boyunca hayallerinin peşinden koşmayan baba, bunu tüm dünyayı suçlayarak ve küçük görerek yansıtıyor...

13 Ocak 2011 Perşembe

Black Swan

"Kusursuzluk, sadece kontrol değildir, aynı zamanda kendini serbest bırakabilmektir."

Film Kuğu Balesi'nde başrol oynamak isteyen bir genç kızı (Natalie Portman) konu alıyor. Eski başrol oyuncusu olan Beth (Winona Ryder) kendisinden 10 yaş küçük olan Natalie Portman'a gerçek hayatta da tahtını kaybediyor gibi... Portman'ı ilk defa 13 yaşında oynadığı Leon filminde hatırlayabiliriz; müthiş bir ivme ile oyunculuğunu üst noktaya çıkartıp Siyah Kuğu ile Altın Küre Ödülü'ne da hak kazanıyor.

Gelelim filme; öncelikle Kuğu Gölü balesinin hikayesini hatırlayalım:

"Kötü bir büyücü çok güzel bir kıza kuğuya çevirmiş, gölün sularıysa o ve arkadaşları için ağlayan ailelerin gözyaşlarından oluşmuştur. Büyüyü bozacak tek şeyse, bir erkeğin ona tüm kalbiyle aşık olmasıdır. Prens, Odette'e aşık olur ve aşkını söyleyecekken, büyücü gelir! Odette'i elinden alır ve kuğulara yüzmelerini emreder.

Ertesi gün yaş günü kutlaması devam ederken, Prens'in annesi oğluna kızlardan birini seçmesini ister. Prens'in aklıysa Odette'dir, ama yine de annesinin hatırına kızlarla dans eder. O sırada büyücü kendi kızını büyüyle Odette'e benzetmiştir ve dans salonuna getirir. Prens kıza hayran kalmıştır. Olanları bilmeyen Odette ise pencereden onları izliyordur. Prens, sahte Odette'e (Odil) aşkını ilan ederken, gerçek Odette, oradan kaçar ve tam o sırada Prens hatasını anlar. Odette'in peşine düşer. Odette üzgün üzgün göle gitmiş, diğer kızların yani kuğuların arasına karışmıştır. Prens, kızı bulur ve olanları anlatıp, kızın kendisini affetmesini ister. Tam o sırada kötü büyücü ve kızı gerçek, korkunç yüzleriyle oraya gelirler. Büyücü Prens'ten sözünü tutup, kendi kızıyla evlenmesini ister ve dövüşmeye başlarlar. Prens, Odile'le evlenmektense, ölmeyi tercih edeceğini söyler, ve Odette'in elinden tutup, birlikte göle atlarlar. Büyü bozulur ve kalan kuğular insana dönerler. Kötü büyücü ile kızını da suya atarlar, onlar da Prens ve Odette gibi boğulurlar. Kızlar, Odette ve Prens'in Kuğu Gölü'nün üzerinde Cennet'e doğru giden ruhlarını izlerler..."

Balede iki rolü birden oynacak olan Nina temiz ve saflığı temsil eden "Beyaz Kuğu" rolünü başarı ile oynarken; hırs ve şehveti temsil eden "Siyah Kuğu" rolünü oynamakta zorlanmaktadır.

Nina'nın annesi vakti zamanında balerin olan, 28 yaşında Nina'ya hamile kaldığı için baleyi bırakan (?) ve bunun suçunu kızına yıkan bir kadındır.
Aşırı kontrol ve suçmalarından dolayı Nina çok kontrollü, kendi kasan ve kusursuz bir bale yapmak dışında düşüncesi olmayan bir şizofrene dönüşmüştür. Tüm bastırdığı duyguları onda karşı bir kişilik oluşturmuş ve Nina bu kişiliği hayal etmektedir...


Filmin insanı ürperten gerilim tarafı da bu karakterden dolayı geliyor.

Cinsel dürtülerini bile açığa çıkartamamış olan Nina, bu zıt karakteri sayesinde Siyah Kuğu rolünü muazzam bir şekilde başarıyor ama bunun bedelini ödeyerek...

Ebeveynler hayatta başaramadıkları hayallerinin suçlarını çocuklarına yıkıp, kontrolcü bir tavır uygulayabiliyorlar... Daha sonra bu bastırılmış duygular olumsuz bir şekilde mutlaka ortaya çıkıyor.


Filmin en etkili sözü ise kusursuzluğun ancak insanın kendini rahat bırakarak, yaratıcılığı ortaya çıkararak yapabileceği...

8 Ocak 2011 Cumartesi

V for Vendetta


















"Tanrı Yağmurda saklı."

"İnsanlar fikirler uğruna hayatlarını verirler. Ama fikirlerin duyguları yoktur."
"Suçlanacak çoğunlukla biziz, ibadet eden ve dindar görünerek şeytanın ta kendisi oluruz."

"Devlet halktan korkmalı, halk devletten değil..."

"Sanatçılar gerçeği söylemek için, politikacılarsa gerçeği örtmek için yalan söyler."

"Kişisel bütünlüğümüz sahip olduğumuz tek şey ama çok az değer görüyor, sadece onun sınırları içerisinde özgürüz."

V for Vendetta'dan alıntılar.
Tekrar tekrar seyrettikçe daha başka başka düşüncelere dalıyorum... 
İleride bir zamanda devletin halk üzerinde uyguladığı despot yönetime karşı çıkan bir deney mağduru bir kahramanın devlete karşı çıkışının hikayesi...

3 Ocak 2011 Pazartesi

Atonement




Yapılan hataların kefaretini ömür boyunca taşıyor muyuz?
Ne kadar başarılı, ne kadar zengin, ne kadar takdir edilen bir insan olursanız olun, istediğiniz kadar zaman da geçsin bu içinize oturan vicdan azabından kurtulmak mümkün mü?

Genç veya tecrübesiz olan Briony Tallis'in hareketinin sonucunu düşünmeden yaptığı bir suçlamayı konu alıyor film.

Yasak bir ilişkiyi bozacak şekilde müdahele eden genç kızın ve bu aşkın hikayesi.
II. Dünya Savaşı'nın etkileri ve ortamı çok çarpıcı bir şekilde yansıtılmış... sonu ilginç filmlerden biri.


Yönetmen, Joe Wright Soloris ve Hanna gibi etkili ama bir parça ağır filmleri ile tanınıyor. Atonement ise yedi dalda Oscar'a aday gösterilmiş, ancak sadece müzikleri ile bir ödül alabilmiş.
Keira ise oyunculuğu ve güzelliği ile nefes kesiyor.
Şimdi yönetmenin yeni filmi "Anna Karanina" da Jude Law ile beraber oynayan Keira'nın performansını merakla bekliyorum.