30 Mart 2013 Cumartesi

Tanrılar Okulu



Hayatta, tesadüf veya şans diye bir şey var mı?..

Hayatımın dönüm noktalarından biri olan ‘baba’ olmamla beraber elime Robin Sharma’nın bir kitabının geçmesidir... Üç ay sonra kendisi ile el sıkıştım! Hem mesleki, hem de kişisel hayatıma büyük bir katkı yaratan ‘Zihinsel Pazarlama’ (Neuromarketing) konusuna ilgi duymaya başladığım dönemdeki okuduğum iki yazar, Dan Ariely ve Martin Lindstorm Türkiye’ye geldiler ve onları dinleme fırsatı buldum... Yerli, yabancı örnekler devam ederken, başucundan hiç ayırmayacağım bir kitap ile tanıştım: Tanrılar Okulu...


Sevgili üstadımız, Yasemin Sungur’un beş senedir düzenlediği ‘Kitap ile Sohbet’ etkinliğinde sıra Tanrılar Okulu’na gelmişti. Diğer kitaplar gibi bir ay değil, çok uzun bir süre ayrılmıştı bu eşsiz esere...
Kah umutlanıyor, kah tokat yiyor, kah şaşıyorduk kitabı okurken...

Tahmin edebileceğiniz gibi Yasemin Hanım’ın katkıları ile kitabın yazarı Profesör Stefano D’Anna, Kitap ile Sohbet’i ziyaret etti ve kendisi ile tanışma imkanı bulurken, kendisinin çok değerli fikirlerini dinledik.


Tanrılar Okulu müthiş bir yapıt, dönem dönem içerisindeki fikirler üzerine bazı yazıları, sitede bulabilirsiniz. Stefano D’Anna’ya göre kitabın ana fikri:
“Dışarıdan bir şey yoktur, hepsi içeridendir. Şunu anlayın ki, düşmanınız sizin için çalışıyor... Kendimiz, en kötü düşmanımızdır..."
İlk adım, kendini gözlemlemekle başlıyor, ve bu gözleme göre tüm değişimleri içten yapmak... Kendiniz değiştirirsen, Dünya da değişecektir. Kitapta bol bol sağlık ve nefes ile kısımlar var; duygularımızla nefesimiz değişir, nefesimizle de duygularımız değişir; bu ilişki çift yönlüdür. 

Profesörün diğer bir önemli yönü, son derece mütevazi oluşu... Kendisi şöyle diyor:
“Yazarın adı, kendisi önemli değildir. Kitap önemlidir. Bu tip evrensel kitaplar genellikle bir kere yazılır, devamı olmaz. Pinokyo’nun yazarının ismini biliyor musunuz?”

Bu arada D'Anna'ya göre, Pinokyo, dünyanın en iyi hikayesidir. Hepimiz aslında birer Pinokyo’yuzdur. Birileri görünmeyen ipler ile hayatımızın kontrolünü elinde tutmaktadır.
Bu arada, Pinokyo’nun memleketi Collodi’ye gitmemize rağmen, yazarın gerçek ismini biz de hatırlayamadık. (Collodi, yazarın lakabı, gerçek ismi değil...)

Hiç hayatınızda bir kitabı farklı dönemlerde iki kere okudunuz mu? Debbie Ford’un “Işığı Arayanların Karanlık Yanı” kitabını kendimi zorlayarak okuduktan iki sene sonra tekrar okuduğumda bambaşka bir keyif aldım. Aynı durum Tanrılar Okulu’nu ikinci defa okurken yaşayabilirsiniz.


D’Anna’ya göre, “Kitap, bizimle değişiyor.”
Dinleyenleri zorlayan diğer bir konu ise kitaptaki “Bilinçli Rol” yapmak.
Maske=mascara=persona=kişi anlamlarına geliyor.
Oynamak, sahtekar olmanın dışında, o anda gereken rolü, sanal olarak oynamaktan geçiyor. İçinizden hoşunuza giden bir durumda, çocuğunuza belli bir tavrı göstermek durumunda kalmak gibi hayal edilebilir durum.

Yazardan, anne-babaları düşündürecek bir cümle daha:
“İki çocuklu bir aile, genellikle çocuklarından birisini diğerine göre daha akıllı olarak görür. Lütfen, aptal olanı bana yollayın! O daha başarılı olacaktır.”

D'Anna, Türkiye’ye çok sık gelen biri, bir keresinde Konya’da Mevlana Türbesini ziyaret etmiş, ve girişteki yazının anlamı sormuş. Yazının çevirisi şöyle:
“Burası aşıkların kabesi, buraya eksik gelen tam çıkar”
İşte hepimizi düşündüren ve hayal kurmamızı sağlayan soru geldi kendisinden: 
“Mevlana Okulu neden yok?”

25 Mart 2013 Pazartesi

Esaretin Bedeli


Belki de gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri "Esaretin Bedeli (Shawshank Redemption)."
7 dalda Oscar’a aday gösterilmiş, defalarca seyredebileceğiniz ve farklı mesajlar alabileceğiniz muazzam bir film.


Sadece erkeklerin rol aldığı ve bir hapishane geçen bir filmin, beni bu kadar etkileyeceğini düşünmezdim hiçbir zaman. Sanırım filmin en çarpıcı yönü kendimizi de dönem dönem hapsedilmiş veya kısıtlanmış hissetmemizle kurduğu ilişki. Üç kere Oscar’a aday gösterilmiş Frank Darabont’un filme kattığı müthiş atmosfer, müzikler ve akıcılık seyri mükemmel hale getiriyor elbette. Yeşil Yol (The Green Mile) ve Majestik gibi muhteşem filmlere imza atmış Frank Darabont, Stephen King’in kısa hikayesini beyaz perdeye aktarmış.


Başrol oyuncuların da katkılarını unutmamak lazım. 2005 yılında Oscar kazanmış 1958 doğumlu Tim Robbins’I, her ne kadar Top Gun da rol aldıysa da onu1988 yapımı Boğa Durham ve 1990 yapımı Cadillac Man filmleri ile iyi hatırlıyoruz.  Diğer bir Oscar’lı oyuncu Morgan Freeman. Tim Robbins’den bir yıl önce bu ödüle layık olan oyuncu, beş defa defa Oscar’a aday gösterilir ve Driving Miss Daisy’deki rolü ile bu ödüle hak kazanır. Oyuncunun diğer rol aldığı filmler arasında, Se7en, Invictus, Million Dollar Baby, Bruce Almighty ve Batman Begins filmlerini sayabiliriz.

Gelelim filmin hikayesine:
Andy (Tim Robbins) kendisini aldatan eşini ve eşinin sevgilisini öldürmek suçu ile müebbet hapse mahkum olmuştur. Bankacı olan Andy, bu cinayetleri işlemediğine emindir. Ancak bu hakimin fikrini değiştirmemiştir. Shawshank hapishanesinde genç yaşta suç işleyen ve pişmanlık yaşayan Red (Morgan Freeman) ile tanışır.


Red ile yakınlıkları dostluğa doğru ilerler, Red daha ilk zamanlarda bile Andy hakkında şöyle bir yorumda bulunur: 
“Sanki parkta gezinti yapan, üzerinde görünmez bir kalkan olan biri…”
Tüm haksızlıklara ve zor şartlara rağmen kendini bunların dışında tutabilen biridir Andy… İlk iki senesi kabus gibi sıkıntılarla geçer ama Andy, tüm bunlarla mücadele eder, kavga eder, dayak yer ama yıkılmaz. Ta ki bir gün hapishanenin en zorlu gardiyanlarından birinin vergi borçlarına yardım etmeyi teklif eder. Gardiyan onu binadan aşağı atacakken, gardiyanı ikna eder ve karşılığında arkadaşları için kişi başına "üç bira" ister. Kendisi bira içmemesine rağmen bu olay onun yüzünü gülümsetir. Andy kendini özgür ve normal hissetmiştir.

Andy kendini iyi hissetmek için sevdiği arkadaşlarına bir şeyler vermeye çalışır.
Andy gardiyanı ikna ederken önce gardiyanı şaşırttı ve ona “ne kazanacağını” başta söyledikten sonra ona nasıl olacağını anlatır. Andy daha sonra yayılan şöhreti nedeniyle kütüphaneye gönderilir. Buranın durumu vahim olduğundan dolayı, dışarıdan yardım için haftada bir mektup yollamaya başlar. Hiç cevap gelmez ama Andy mektuplara devam eder. Tam altı yıl sonra kutular dolusu kitap ve bir miktar maddi destek gelir ve mektupların kesilmesi istenir.


Bunun üzerine Andy, haftada 2 mektup yazmaya başlar. Ta ki, eyaletin en iyi kütüphanesini kurmaya yetecek kadar yardım toplayana kadar. 
Andy hedeflerinin ve hayallerinin peşinden kararlı bir şekilde koşmaya devam eder ve elde edilen başarılardan sonra yeni hedefler koyarak ilerlemeye devam eder.

Filmin diğer bir ilginç karakteri ise hayatının elli senesi hapishanede geçiren yaşlı Brooks'tur. Ceza süresi bitince kendine öldürmeye kalkar. Çünkü hapishane hayatına o kadar çok alışmış ve benimsemiştir ki, bu hiç bilmediği "özgür hayat"tan korkmaktadır. Brooks, hiç bir şekilde kendini geliştirmeden, mevcut ortam ve koşullara uyum sağladığı için bu hayatın dışına çıkmamıştır, başka bir seçeneği düşünmemiş ve hayal etmemiştir. Mevcut koşullarını hep saklamaya çalışmıştır.

Red, Andy’nin gözündeki ışığı görüp onun için endişelenmeye başlar ve der ki:
 “Umut çok tehlikelidir… insanı çılgınlığa götürebilir.”

Andy'nin görüşüne göre ise, umut iyi bir şeydir, belki de en iyi şey ve iyi olan hiçbir şey yok olmaz...


Andy aksine umudunu hiç kaybetmez. Umut ve hayallerimiz bizi ayakta tutar ve hayatımıza anlar katar. Hayallerimiz için elle tutulur çalışmaları yapar ve sabırlı olursa hayallerinin gerçekleşeceğine inanır ve bunu tam yirmi sene sonra bunu inanılmaz bir şekilde başarır!

21 Mart 2013 Perşembe

A Late Quartet

“Sizin yaşınızdayken büyük Pablo Casals ile tanışmıştım. Çok korkmuştum, zar zor konuşmuştum. Bunu hissetmiş olmalı, çünkü konuşmak yerine benden çalmamı istedi. Odaklandım, derin bir nefes oldum, başladım, notalar akmaya başladı, müzik çalıyordu, ve bu benim yaptığım en kötü müzikti. O kadar kötü çaldım ki, yarısına geldiğimde durmak zorunda kaldım.  
“Bravo,” dedi, “Aferin.” Sonra benden başka bir şey çalmamı istedi. “İkinci bir şans,” diye düşündüm kendi kendime. Daha kötü çalmamıştım. “Harika, mükemmel,” diyerek bana övgüler yağdırdı. Ve ben o gece yarıldıktan sonra, performansım için çok kötü hissediyordum, ama beni rahatsız eden nasıl çaldığım değil, Casals idi. Samimiyetsizliği.  
Yıllar sonra onunla Paris’te karşılaştım, ve o zaman beraber çaldık. Arkadaş olduk, ve bir gece, bir kadeh şaraptan sonra, yıllar sonra o söylediği saçmalıklar hakkında ne düşündüğümü itiraf ettim. Ve sinirlendi. Tavırları değişti, çellosunu aldı, “Dinle,” dedi ve çalmaya başladı. Bana çaldığın güzel kısımları çaldı. Casala iyi şeylerin önemini belirtti, zevk aldığı şeylerin. Destekledi. Ve gerisini, hataları sayanlara gerzeklere bıraktı. 
'Ben minnettar olabilirim, ve sen de olmasın,” dedi, “tek bir geçiş için, ve tek bir an için bile olsa.' "
Christopher Walken, Philip Seymour Hoffman ve  Catherine Keener... Bu oyuncuları, bu film için kim seçmişse kutlamak lazım. Mark Ivanir (The Good Shepherd) ve ilginç güzelliği ve ismi ile Imogen Poots (28 Weeks Later) da eklenince harika bir kadro çıkmış ortaya... Walken filmlerinde gitmeye devam... 



Bir parça ağır bir temposu da olsa, filmi konu alan dört müzisyenin hikayesi oldukça etkileyici. Üyelerden en yaşlısı olan Peter’in hastalığı sebebiyle emekli olmak istemesiyle derinlerdeki sorunlar birden gün ışığına çıkar. Robert ve Daniel arasındaki ego çarpışması, evli olan Robert ve Juliette arasındaki duygusal problemler ve kızlarının onlara olan tepkisi...

Karakterlerin hemem hemen hepsi olaylara kendi çerçevelerinden bakarlar. Ve yıllardır biriken sıkıntılarını erteleyip daha sonra açarlar. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Juliette ve kızı Alexandra arasında geçer:

Juliette: Neden bana bu kadar kızgınsın? Benimle böyle konuşmana ne sebep oluyor?  Seni çok mu şımarttık? Alexandra: Sence ben memnun muydum? Sence iki koro üyesinin çocuğu olarak büyümek eğlenceli bir şey mi? Kim yılın 7 ayında turnede oldu? Ve ben arka koltukta bir keman ve bir viyola ile beraber oturdum. Her zaman. Bu eğlenceli mi? Sana öyle mi gözüküyor?Juliette: Sen her zaman ilk önceliğimizdin. Alexandra: Bu saçmalık! Bu saçmalık! Sadece ağzından çıkan kelimeler bunlar. Hepsi bu.
Bu hislerde olan Alexandra, bilinçli veya bilinçsiz anne ve babasında intikam almak ister ve ekibe zarar vermek ister; bunun sonucu olarak ekipten Daniel ile ilişkiye girer. Bu ilişki hizmetini yerine getirince ise Daniel’e artık gerek kalmamıştır...

19 Mart 2013 Salı

The Brass Teapot



Hiç bitmeyen bir para kaynağına sahip olsaydınız neler yapardınız?
Bir an için altın yumurtlayan tavuğa sahip olduğunuzu hayal edin. Ne yapardınız? Ona sahip olmadığınız halinizden daha iyi mi yoksa daha mı kötü olurdu?

The Brass Teapot (Pirinç Çaydanlık) isimli filmin konusu altın yumurtlayan tavuğu bulan çifti konu alıyor. Alice ve John yeni evlenmiştir. John düşük kazançlı bir işte çalışmaktadır. Alice ise birçok arayışına rağmen, bir türlü iş bulamaz. Her gün ne yiyeceklerini düşünürler ve ciddi bir maddi sıkıntı yaşamaktadırlar. Tüm bu şartlara rağmen birbirlerine sıkı sıkı bağlıdırlar ve birbirlerini severler. Belli bir dereceye kadar olumlu tutumlarından vazgeçmezler.


Bir gün, bir kamyonet onların arabasına çarpar ve kaçar. Kaza yaptıkları noktada, Alice ilginç bir dükkan keşfeder. Bu dükkanda pirinçten yapılmış bir çaydanlık vardır. Alice çaydanlığı umutsuzca arzular ve çaydanlığı çalar. Bu çaydanlığın mucizevi bir para makinası olduğunu tesadüfen öğrenirler.

Çaydanlığın için para çıkar! Ancak bir şartla: Birbirlerine veya kendilerine zarar verdikçe... Bunun sonunun kötü olabileceği öngören John çaydanlıktan kurtulmak istese de bunu başaramaz. Alice ile bir karara varırlar; bir milyon dolar biriktirip durmak. Çeşitli işkence metotları ile parayı çoğaltırlar...


Derken para harcamaya ve özendikleri zengin insanlar gibi yaşamaya başlarlar. Kıyafetler, içkiler, lüks bir araba, büyük bir ev ve hava atmak için verilen partiler. Artık harcamaları da artmış ve acılar peş peşe gelir. İş tuhaf yanı, çaydanlık cimrileşmeye başlar. Daha fazla para için daha fazla acı talep eder. Sadece fiziksel acılar değil, duygusal acılara da ödeme yapmaktadır. Alice ve John, birbirlerini ve başkalarını incitmeye başlar. Artık çaydanlık bir araç olmaktan çıkmış onları kontrol etmektedir.


Eski dostları ile arkadaşlıkları bozulurken, yeni ortamlarında da eskisi gibi keyif almazlar...




Çaydanlık mevcut kapitalist sistemin daha fazla ile beslenen yönünü temsil etmektedir. Basit ve minimalist bir hayatta mutlu bir ilişkileri varken, birilerini öldürmeyi düşünecek bir hale gelirler. Kısır döngü asla bitmez... Alice’i durdurmaya çalışan John’a verdiği cevap ise düşündürücüdür:
 “Daha fazla istemenin kötü bir tarafı yok!”
Alice ve John hırslarını bırakıp yeniden eski ve mutlu hayatlarına geri dönecek cesareti bulabilecekler mi? Zihinlerinden kalplerine giden yola çıkabilecekler mi?..

11 Mart 2013 Pazartesi

‘O’



Eğitim sisteminde tek yönlü bir mekanizma vardır. Genellikle  öğretmen bize ne öğretti ise onu kabul ederiz. Çok fazla bir sorgulamaya girilmesi pek de takdir edilen bir şey değildir. Sorgulayanlar ya geçiştirilirler ya da en sonunda kendileri vazgeçerler. Eğer İngilizce eğitim verilen bir okula gittiyseniz, dil konusunda itiraz edilecek pek de bir şey yoktur. 

Öte yandan, diğer dilleri öğrenmeye başladığımızda bir çok merak edilecek konu ortaya çıkıyor. Bunlardan biri de İngilizce'deki kişi zamirleri...
 

İngilizce kişi zamirlerinin Türkçe'de karşılıkları şöyledir:
I (Ben), You (sen), She/He (O)
Harika, ancak İngilizcede ‘nesneler’ için kullanılan ‘It’ için de, biz (O) kelimesini kullanıyoruz. ‘O’ dediğimizde bu kişi mi nesne mi? Bu bizim dilimizde çok da net değil...

Gandhi’nin dediği gibi duygu ve düşüncelerimiz kaderimizi belirleyecektir. Olumlu olmak, olumlu düşünmek, olumlu kelimeler kullanmak bizleri olumlu bir hayata sürüklerken, biz ‘O’ kelimesini kullanırken ‘O’ kişiyi, içten içe insan yerine nesnelleştiriyor muyuz?

Bizden bahsedilirken "O" denmesi, bazen canımızı sıkıyor mu? Yoksa hiç aldırmıyor muyuz?

Tüm dillerde böyle bir araştırma ilginç olabilir. Mümkün mertebe kişiler için ‘O’ yerine isim kullanmak bizi daha insancıl yapar mı? Bir garsonu ismi ile andığınızda, ‘O’nu size hizmet zorunda olan bir ‘nesne’ olmaktan çıkartıp, kanlı canlı ve belki de o andan yorgun bir insan olduğunu hissedip hareketlerimiz değişir mi?..

5 Mart 2013 Salı

Aşka 103 Adım


Evet filmler harika, siz de filmlere bayılıyorsunuz... Seyret seyret bitmiyor, bir de üç boyutlar, animasyonlar, teknoloji artık yazarların ve yönetmenlerin hayallerine sınır koymadan tüm kurgu sahneye koyduruyor. Her şekilde ulaşıyoruz filmlere; sinema, DVD, VCD, Bluray, medya kutusu, tablet bilgisayar ve hatta cep telefonu... 



Yine sinema niyetiyle girdik alışveriş merkezine... Ama eski bir refleks veya içgüdü ile tiyatro gişesine yöneldik... Aylar öncesinden takip edilen, biletler alınan tiyatrolara artık üç dakika önce en önden yer bulmak çelişki yaratan duyguları bir anda hissetmenize neden oluyor... Gerçi içeride yer olmasına rağmen oldukça kalabalık bir seansa rast geliyoruz. 

Oyun, hayatını mantık ve toplumsal kurallar üzerine kurmuş bir avukat ve hayal etmeyi, olumlu bakmayı ve de biraz çılgın olmayı ilke edinmiş yeni eşi üzerine kurulmuş. Tabi ki Suna Keskin’in oyuna da, karaktere de hayat verdiği kızın annesini unutmamak gerek. Tipik anne-kız ilişkisi olağanüstü bir şekilde yansıtılmış.



Herkesin kendinden çok şey bulacağı bir oyun Aşka 103 Adım. Evli veya bekar, genç veya yaşlı, erkek veya kadın... Hiç fark etmez. Oyun, çok keyifli bir komedi ve Suna Keskin ustayı yakından izlemek için müthiş bir fırsat; kendisini ayakta alkışladık! Diğer oyuncuların da hakkını yemeyelim; Özge Özberk, Bülent Seyran ve Umran Ertok çok içten ve enerjikler... Özge Özberk ile rol arkadaşı Bülent Seyran oyunda harika bir ikili olmuşlar.


Amerikan tiyatro yazarı Neil Simon'ın yazdığı "Parkta Çıplak Ayak" adıyla bir Hollywood klasiği haline gelen oyunu Türkçeye uyarlayan Nedim Saban. Tavsiye ederiz. Cep telefonlarını kapatıp, ruhumuzu ‘check-in’ yapıp, tiyatroyu yaşayalım; tiyatro bambaşka!..