29 Aralık 2014 Pazartesi

Mutluluk mu, Acı mı?


Bazen acılarımıza tutunuruz, onlara çok alışmışızdır, sanki onsuz ne yapacağımızı bilmez gibi sarılırız, besleriz. Onsuz ne yapacağımızı bilemeyiz. Hele bir de acımız için bahanelerimiz varsa; bir olay olmuşsa, bir kişi devamlı bizi deli ediyorsa, onları da bu hikayenin temel yapı taşı yaparız.

Bir diğerleri yok mu? Devamlı mutlu olan, gülen, enerjik olan, acı çekenlere veya acıya katlanamayan... İşte onlar bizi gıcık ederler... Hangisi daha iyi? Acıya tutunmak mı? Mutluluk bağımlısı olmak mı? Yoksa bu iki durum bir mıknatısın iki ayrı uçları mı?

Ying-Yang gibiler mi? Biri diğerinin içinde saklı mı?
Acılarımız olmasaydı, mutlu olabilir miydik? Devamlı mutluluk hali içinde olsaydık, mutlu olduğumuzun farkına varır mıydık?

Diğer bir gözlememiz gereken konu ise, bizim için olan mutluluk tanımı... Bu mutluluklar arzularımızın beslenmesi sonucunda mı oluşuyor? Devamlı isteyen ve hiç doymayan bir zihin hali mi? Yoksa yüreğimizden hissettiğimiz huzur ve sevgi dolu bir mutluluk mu?

Bu, karşı cinse deli gibi aşık olmakla, gelişen ve olgunlaşan bir ilişkide sevgi duyan bir çiftin arasındaki bağ ile olan fark gibidir. Bizi hayatta tutmak amacıyla koruyan ve üremek isteyen zihin, karşı cinsin aşkına düştüğünde (aşık olmak İngilizce’de fall into love diye anılır) hormonların etkisiyle gözü hiçbir şeyi görmez!

Bizi mutlu eden şeylerin ne tür olduğunu iki şekilde yakalayabiliriz.
Birincisi, bu duygular saman alevi gibi birden bire bizi heyecanlandırıyor ama etkisi göreceli olarak çabuk mu geçiyor? buna bakmak. Devamlı bu duyguyu beslemek için yeni bir şeyler yapmak arzusu mu geliyor?

İkincisi ise, bu mutluluk anları geçtiğinde içimizde bir boşluk mu oluşuyor, yoksa bir dolgunluk mu? Yaşam dolu mu oluyoruz, yoksa arayış içinde mi?


Muazzam bir gün batımı vardır, kişi ona bakar, kendinden geçer, sadece o an vardır, zihin sessizdir, manzara ile birdir sanki... Ve o manzarayı orada bırakır, ve olanı kabul-dedir.

Bir diğeri ise manzaranın resmini çeker, videoya alır, manzarayı kimlere göstereceğini düşünür ve o an geçtikten sonra o deneyimi tekrar yaşamak ister, bulamazsa başka bir manzara arar, arar, arar...

24 Aralık 2014 Çarşamba

Exodus: Gods and Kings


İnsan doğduğunda kendinin ayrı bir birey olduğunu bilmez; anne ile birdir ve bebekken çok cesurdur, korku nedir bilmez. Bedeninin farkına varmaya başladığında ayrı bir birey olduğunu fark eder... Ne kadar çaresiz ve güçsüz olduğunun farkında varır. Bedeni güçlendikçe zihnin yarattığı ikilik rekabete ve çekişmelere yol açar. Bireysel düzeydeki bu ikilem toplum düzeyinde savaşlara ve zorbalıklara yol açar. Artık savaşacak, kendini karşılaştıracak bir şey kalmazsa insan artık kendisine yeni bir rakip bulur: Tanrı!

Mısır imparatorluğunun da durumu bunun gibidir, halkları köle gibi kullanarak devasa tapınaklar ve heykeller yaparken, hep daha fazlasını ister güçlü içerideki ikilem yok olmaz ve beslenmek ister...

Ancak artık müdahale gelmek üzeredir...


Annesi tarafında nehre bırakılan Musa, Firavun’un üvey evladı olarak büyür... Fiziksel olarak da statü olarak da güçlüdür. Gerçekleri öğrendikçe önce inkar edecek, sonra acı çekecek, sonra sakinleşecektir... Bir süre sonra kendini bulan Musa bu çelişkileri içinde barındırsa da artık ona Tanrı’nın yarattığı akışta Peygamber olmak düşecektir...

Her ne kadar Kur’an’da anlatılan Musa’nın hikayesi ile çelişen yanlar varsa da, herhangi bir bakışı olmadan izlendiğinde hikayenin içine girip yaşıyor insan.


Film, ünlü yönetmen Ridley Scott tarafından çekilmiş. Oyuncu kadrosu özenle seçilmiş. Christian Bale, Joel Edgerton ve John Turturro baş rollerde... Sigourney Weaver ve Ben Kingsley geçerken rol alalım demiş gibi dursalarda varlıkları filme değer katmış. Görsel efektleri, müzikleri ile harika bir yapım olmuş. 3300 sene önceye götürüyor insanı...
Musa: Söylediğini yaptın mı?
Zipporah: Ne söyledim?
Musa: İnancını benim için bırakacağını.
Zipporah: Hayır.
Musa: Güzel. Çünkü ona her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyacaksın.

16 Aralık 2014 Salı

A Merry Friggin' Christmas


Bir kişiden nefret etmek o kişiyi sevmeye çok yakındır.
O kişiyi seviyor gibi yapıyor ve gerçekten umursamıyorsanız o kişiyi sevmeye uzaksınızdır. Hele bir de nefret ettiğiniz kişi aile üyelerinden biriyse... Onunla görüşmez, aramaz, yakınında yaşamayabilirsiniz, hatta resimlerden bile çıkarabilirsiniz ama bu onlardan kopacağınız anlamına gelmez. 
Kuantum fiziğinin ortaya koyduğu gibi hepimiz birbirimize bağlıyız. En yakın derecede ise ailemize... Kaçsak da reddetsek de bu durum değişmez!

A Merry Friggin' Christmas filmi babasından nefret ettiği için ailesinden uzak duran Boyd’un hikayesini konu alıyor. Doğal olarak bu durum onu annesine yakın hissettirmiş ve yine annesi yerine koyduğu bir kadınla evlenmiştir. Babasından göremediği ilginin açlığında oldukça orta bir düzey aileden üniversite bitirip yüksek finansal gelirler sağlayarak bir aile kurmuştur. Kendi çocuğuna ise aynı muameleyi yapmamak adına aşırı ilgi göstermektedir. 
Kardeşi askerde başından ağır yaralanmış ilginç bir çocuktur, ablası ise babasının devamlı eleştirdiği kocası ile ailesinin yanında yaşamaktadır. Boyd’un eşi ise onun ailesine biraz uzak durmaktadır. Boyd ve eşi altı aydır cinsellik yaşamamıştır...


Bir yılbaşı arifesinde herkes bir araya çekilir ve olay gelişir.
Tüm çocuklar önce annelerine bağlıdırlar, daha sonra erkek çocuk erkek olmak için tekrar babasına dönmelidir. Babasından kopup erkekler çoğunlukla annesine bağlıdır ve evlendikleri kadınlara tam bağlı kalamazlar... Başka birine bakmasa da cinsel olarak problemler olabilir.

Bir eş ise eşinin annesine saygı duyamıyorsa kocasını kabul etmesi oldukça zordur. Filmde olan budur... Ayrıca babası ile kuramadığı bağı kendi çocuğu ile de sağlıklı kuramaz, genelde kendi istediği veya alamadığı oyuncakları çocuğuna almaya çalışan Boyd da benzer durumdadır...


Filmin sonlarına doğru ise ailenin erkekleri bir araya gelirken, gelin de anne ile yakınlaşmaya başlar. Aile ilişkilerini çok başarılı ele alan film bu sene uğurladığımız usta Robin Williams’ı da seyretmek için iyi bir fırsat.

7 Aralık 2014 Pazar

Evet Mi? Hayır Mı?


Hep evet demeyi mi öğrendik?
"Aman evladım sen uslu ve adaplı ol, mümkün mertebe evet de, uyumlu ol!"
Ya böyle olduk, ya da tam tersi... Orta yoldan, dengeden uzaklaştık mı?
Her cümleye hayır kelimesi ile başlayanları bir yana bırakalım, gerektiğinde kibarca ‘Hayır’ diyebiliyor muyuz?

Çocukken edindiğimiz alışkanlıkları başka şekillere bürünse de taşımaya devam ederiz. Bazen duymadan bile evet deriz. Ağzımızdan çıkmıştır bir kere... Bilincimize göre çok daha hızlı çalışan bilinçaltı o kadar alışmıştır ki “evet” demeye, farkına varmayız birden. Durumu gören bilincimiz yerinde durur mu, yapıştırır mantıklı bir bahane... Söylediğimiz cevabı, verdiğimiz kararı meşrulaştırırız. 

Nörobilim beynimizi analiz ederek bilinçaltımızda otomatik olarak verilen kararlara karşı nasıl bir "Veto Hakkımız" olduğunu bilimsel olarak gösteriyor. Eğer verilen otomatik cevapların farkında olursak, bilincimizi devreye sokarak gerçekten dilediğimiz cevabı verebiliyoruz... 
Hayır cevabı bizim için en uygun cevapsa bunu kibarca ifade etmek, harika olmaz mıydı? 
Bir çok öğretiye göre konuşmanız doğruluk, kibarlık ve yardımseverlik içermeli. Bunlar olduktan sonra "hayır demek" doğal bir hakkımız olmalı.


Çocukluğumuzda öğretilen evetlerin arkasında yatan faktörlerden bir tanesi de toplumun bir parçası olma isteğimiz ve topluma aykırı düşmemektir. Olanı değiştirmemek, olan temel inançları özümsemek. Anketlerde bile gerekmedikçe insanların ekstra seçenekler için ellerini kalemlerine atmadıkları keşfedilmiş. 'Şunu talep ediyorsanız kutucuğu işaretleyin' veya tam tersi 'şunu istemiyorsanız kutucuğu işaretleyin' dendiğinde, çok az sayıda kişi dışında genellikle kutucuk işaretlenmemiş. Her şey yolundaysa, hiç bir şeyi değiştirmeme eğilimini gösteriyor bu durum...

Ne diyeceğimize karar vermeden önce, ne kadar Toplum baskısı hissedip hissetmediğimizi gözden geçirmeliyiz. Herkesle hemfikir olmanın rahatlığını mı, yoksa kendimiz ve toplum için en faydalı olan için mi cevap vereceğiz?


Zihnimiz Ne Diyor?

Bilinçaltınızın karar vermek için iki kaynağı vardır; bilgi ve deneyimleri... Bunlar geçmişte olan kaynaklardır, hem kısıtlı hem de şartlandırılmıştır. Algılarımız hem duygu ve endişe merkezi Amygdala hem de biraz daha gecikme ile Prefrontal Korteks’e iletilir. Otomatik cevap Amydala tarafından verilir ve bazen mantık merkezi korteks kullanılmaz. Verilen cevaptan sonra ise kendimizi bazen ağır, bazen hafif hissederiz. Zihnimiz yüzde yüz haklı olduğunu bilse de, kalbimizde bir yer sanki sıkışır; pişmanlık hissederiz... Bu aslında zihnimizden ziyade duymamız gereken sezgilerimizdir.
Eğer hep aynı bilgi ve deneyimlerimizle çalışan zihnimizi dinleseydik, halen yontma taş devrinde yaşıyor olurduk.
Sezgilerimizi dinlediğimizde ise zihnimizdeki otomatik ayarlara ters düşeriz ve bu zihne bir acı verir. Zihin tehdit altında hisseder ve eski ayarlarına dönmek ister. Buna dayanabilirsek zihniyetimiz değişir! Yeni ortama uyum sağlar.


Hayır Diyebilmek!

Mevcut zihin yapımızı anlamak atılacak ilk adımdır. Hangi durumlarda otomatik olarak 'evet' diyoruz? Ne hissediyoruz? Hayır deseydik ne hissederdik? Kime karşı ve hangi ortamlarda evet diyoruz? İkinci adım ise sezgilerimizi dinlemek. Bu da hemen cevap vermeden önce bir süre zihnin otomatik tepkisinin bizi ele geçirmemesi için beklemek. İçimizden her iki cevap için de nasıl hissedeceğimizi tartmak; hafif mi, ağır mı?

“Olması gereken...” diye bir iç ses duyarsanız, bu bilin ki temel inançlarınızdan biridir...
Sezgilerimize güvenip Veto hakkımızı kullanırsak, her seferinde özgür ve özgün cevaplar verebileceğiz. Evet demek istemediğimiz zamanlarda “evet” demekten sadece ve sadece biz zarar görürüz. Zihnimizi anlayıp özgürleşebiliriz!

3 Aralık 2014 Çarşamba

Düşünceler Yenir Mi?


Dilerseniz bu sorunun cevabını yazının sonunda tekrardan değerlendirelim.
Yenir mi yenmez mi şu an karar vermeyelim, düşünceleri yemeğe benzetebilir miyiz ona bakalım.

Düşünceler yemek olsaydı, tarifler düşünce kalıpları, beynimiz de yemek kitabı olabilirdi pekala. Önce yemek kitabımız boş bir şekilde doğarız. Önce anne babamız bir ne tarifler verirse onları yazmaya başlarız. İşte bu yüzden hiçbir şey annemizin bize hazırladığı gibi yemekler yapamaz. Daha sonra restoranlar, okul, diğer aileler ve toplum derken yeni yeni tarifler girer kitabımıza. Bunları çokça tekrarlayıp tadına aşina olursak düşünce kalıpları ortaya çıkmaya başlar.

Fazla yersek şişmanlarız ve tüm düzenimiz bozulmaya başlar, ağır hareket eder, kolay yorulur ve görüşünümüzden de hoşlanmayız. Aşırı düşünmenin de benzer etkileri vardır.

Öte yandan yemek düzenimize dikkat edip, daha çok sebze ve meyve ağırlıklı, az şeker, az tahıl tüketerek sağlıklı bir şekilde beslenirsek, daha dinç, daha enerji ve hatta daha az uyku ile yaşabiliriz. Bu da yemekleri seçebileceğimiz gibi düşünceleri seçebileceğimiz anlamına gelir. Hangi yemekleri devamlı arzuluyoruz, bu tarif nereden geliyor buna bakarsak bu arzu bir süre sonra azalacaktır.

Yemekleri siz yapmıyor, devamlı aynı yemekler mi geliyor? Bazen böyle olduğu ve kendimizi çaresiz hissettiğimiz zamanlar olabilir. Bu yemekleri kim yapıyorsa onu değiştirebiliriz; restoran mı, aşçı mı, okul veya iş yerindeki yemekhane mi? Siz nasıl beslenmeyi diliyorsanız bir süre sonra o tip yemekler de sizi bulacaktır...


Yemeklerin bir bozulma süresi olduğu gibi düşüncelerin de bozulma süresi vardır. Sevmediğimiz bir yemek bile olsa bir şekilde yemek zorundaysak onu tazeyken yemek ve daha sonra onu orada bırakmak yakamızı bırakmayan bir düşünce kalıbından kurtulamamızı sağlar. Unutmayalım ki, geçmişteki her yemek bir deneyimdir, bize bir şeyler anlatmaya çalışıyordur.

Yavaş yemek hem fazla yemeyi azaltacak hem ne yediğimiz gerçekten bize gösterecek fırsatı sunacak hem de hazmı kolaylaştıracaktır. Hazmı zor olan yiyecekler bize kabus yaşatabilirler, tıpkı hazmı zor olan düşünceler, deneyimler gibi...

Yeni tarifleri nereden bulacağız? Gözüken o ki, yemek kitabımızda sadece eski tarifler ve deneyimler var. Buradan çıkacak şey olanın bir değişik şekli olacaktır ancak. Peki o ünlü aşçılar nasıl yeni tarifler buluyorlar... Hiç yemek yemedikleri, hiç yemek düşünmedikleri bir anda... Buna sezgi diyebiliriz...

Her dakika yemek yemek zorunda olmadığımzı hatırlatıp ilk soruya geri dönelim:

Düşünceler yenir mi? Yeme bizi deyimi geldi bir anda aklıma...
Sanırım biz yemeye devam edersek düşünceler de gelmeye ve yenmeye devam edecek...

26 Kasım 2014 Çarşamba

Ivory Tower


Dünyadaki ilk üniversite milattan önce 700’üncü yıllarda Hindistan’da kurulmuş...
Son 50,000 yıldır konuşabilen, son 5,000 yıldır yazı yazabilen insanlık tarihi için son derece yeni kabul edilebilir bir kurum üniversite...

Son 30 yıldır yaygınlaşan üniversitelerin global sorunu, bu eğitim kurumlarının süratle ticarethaneye dönmesi ve dolayısıyla öğrencilerin müşteriye ve dolayısıyla borçlanan tüketicilere dönüşmesi!

İnternet'in icadı ile eğitimin bedava veya çok düşük maliyetlerle verilmesi mümkün hale gelirken, İnternet üzerinden eğitimler henüz genç yaştaki öğrencileri havaya sokma için yeterli olmazken, bir yandan da öğretmen anlatım yeteneği ve bire bir iletişim de kısıtlı.

Peki, işler nasıl bu hale geldi?


Eğitim sisteminin ve toplumun bize en verdiği en temel inanç kalıbı: Rekabet!
En iyi notu alacaksın, sınıf birinci olacaksın, en iyi üniversite, en iyi bölüm vs. Bu rekabet okulların da ilk sırada tercih edilebilir olma dertlerini körüklüyor. Tercih edilmek için prestijli okul olmak durumundasınız, daha iyi öğretmeneler, daha iyi binalar, en ileri teknoloji, kütüphane, sosyal tesisler, kampüs, sınıf kapasitesi derken bakmışsınız size orta veya hatta büyük ölçekli bir şirket!
Prestij maliyetleri artırıyor, maliyetler okulun ücretlerini...
Amerika’da son 30 senede üniversite ücretleri %1100 artarken ülkemizde durum farklı değil; ilkokuldan başlayarak ücretler yılda ortalama 20,000 TL yi bulurken eğitim kalitesini de sorgulayanlar artıyor.

Öğrenciler müşteriye dönüştükçe, öğrencilere de velilerine de müşteri muamelesi yapılıyor. Günün sonunda iş bulmakta zorlanan bir çok üniversite mezununun yanı sıra eğitim için alınan kredi borçlarını da ayrı bir yük getiriyor. Yine filmde verilen bilgiye göre Amerika’da öğrenci kredi borçları 1 trilyon doların üstünde...


Ivory Tower filmi bu durumu çarpıcı bir şekilde inceleyen bir belgesel...
Bir yanda üniversiteyi ya terk etmiş ya da hiç okumamış başarılı karakterleri (Steve Jobs, Mark Zuckerberg gibi) örnek gösterenler, bir yanda da üniversite eğitiminin gerekli olduğunu ancak ticaret boyutundan yine de şikayet edenler... 
Üniversitelerde çalışan idari personelin öğretmenlere oranın da bile belirli bir artış var, pazarlama yatırımları ve harcamaları da cabası... 

Filmden akılda kalan en çarpıcı slogan ise: “Biz müşteri değil, öğrenciyiz!”

20 Kasım 2014 Perşembe

Waking Life

“Kim olduğumuzun kararını her zaman biz veririz.”
Felsefe, basit bir düşünce bilimi değildir, düşünceler sadece zihnimizin ürünü olacağından dolayı kısıtlıdır ve geçmiş tekrar eder durur... Felsefe kelimesinin kökeni antik Yunancaya dayanır ve bilgeliğe olan sevgi anlamını taşır.

Kim olduğumuz, ne olduğumuz, evrenin sırları, zaman, yaşam, ölüm insanoğlunu meşgul eden konuların başında gelir. Bunların cevaplarına düşünmekle değil, sezgilerimizle ulaşabiliriz. Kalp yolu açık kişiler bu sezgilere sahiptirler... İster peygamberler, ister bilim adamları, ister Sufi, ister filozof olsun söyledikleri hep aynıdır...


“Bu gezegene renkli kalem kutusu ile gelmeye benzer. Kutunuz 8’li veya 16’lı olabilir. Ama önemli olan kalemlerle ve size verilen renklerle ne yaptığınız. Çizgilerin içini ya da dışını boyadım diye üzülmeyin. Çizgilerin dışını boyayın derim ben. Sayfanın dışını boyayın. Beni de kutuya koymayın. Biz okyanusa doğru akıp gidiyoruz. Kara ile kuşatılmadık...”
Waking Life, rüya içinde rüya gören bir adamın felsefe dolu 99 dakikalık yolcuğunu ara vererek seyretmekte fayda var... Neredeyse hiç nefes almadan insan, hayat, evren, zaman, kişilik birçok konuda çeşitli karakterlerin yorumları ardı ardına sıralanıyor.


“Bence dil, yalıtılmışlığımızı aşma arzusundan ve bir başkasıyla bir çeşit bağlantı kurma durumundan doğdu. İlginç olanı şu: Yaşadığımız tüm soyut ve kavranmaz şeylerde iletişim kurmak için aynı simgeler sistemini kullanıyoruz. “Aşk” dediğimde ses ağzımdan çıkar sonra diğer kişinin kulağına çarpar, beynin kıvrımlı kanallarında yolculuğunu yapar. Yani sevginin  bulunduğu ya da bulunmadığı anılardan geçerek, dediğimi kaydederler, sonra ‘evet’ derler anlamışlardır. Peki ama anladıklarını nasıl bilebilirim? Çünkü kelimeler boştur. Sadece simgelerdir. Ölüdürler, anlıyor musun? Ve deneyimlerimiz o kadar kavranamazdır ki. Algıladığımız pek çok şey anlatılamaz. Dile getirilemez. Dahası, yani, biz bir başkasıyla iletişim kurduğumuzda, ve biz bağlantı kurduğumuzu hissettiğimizde, anlaşıldığımızı düşündüğümüzde, zannedersem manevi bir birlik hissetmiş oluruz. Ve bu duygu geçici olabilir ama galiba da bunun için yaşıyoruz.”
Film değişik bir animasyon metodu ile çekildiği için seslendirme dışında bir oyunculuktan bahsetmek zor. Before Sunset serisinin yönetmeni Richard Linklater filmi hem yazmış, hem yönetmiş. Zaman zaman tartışılacak bakış açılarına da sahip olsa film insanı sarsan cinsten. Son zamanların felsefe dolu aksiyon ve yüksek bütçeli yapımlarının yanında çok duyulmamış olsa da beş ödül kazanmış bir film...


“İnsanlar kaos ister. Doğrusu buna gereksinimleri de vardır. Durgunluklar, çatışmalar, halk hareketleri, cinayet, hepsi korkunç. Ölüm ve yıkımın yarattığı bu karşı konulmaz durumun içine çekilmişiz neredeyse. Hepsi içimizde. İçinde olmaktan zevk alıyoruz. Tabii ki medya tüm bunlara üzgün bir yüz takınır. Bunu, onları büyük insan trajedileri kılıfına sokarak yapar. Ama hepimiz medyanın işlevini biliyoruz. Dünyadaki kötülükleri yok etmeye çalışmaz. Onun görevi bu kötülükleri kabul etmemizi ve onlarla birlikte yaşamamızı sağlamaktır. İktidarın bizden istediği edilgen gözlemciler olmamızdır. Ve onlar bize başka bir seçenek vermezler. Arada sırada bütünüyle simgesel değerde bir katılım eylemi olan oy vermenin dışında tabii. Sağcı bir kukla mı yoksa solcu bir kukla mı olmak istersin?”
“Çağdaş dünya görüşümüzde, artık bilimin bir biçimde, Tanrının yerini aldığını düşünmek kolay. Ama bazı felsefe sorunları hala sorun olarak varlığını sürdürüyor. Örneğin özgür irade sorunu. Eğer Tanrı önceden yapacaklarımızın hepsini biliyorsa nasıl özgür irademiz olabilir? Artık dünyanın aynı temel fizik yasalarıyla işlediğini biliyoruz, ve bu yasalar dünyadaki her şeyi yönetiyor. Şimdi bu yasalar çok güvenilir olduklarından, teknolojik başarıları da olanaklı kılıyor. Kendine bir bak. Biz de fiziksel bir sistemiz. Davranışlarımız temel fizik yasalarının bir istisnası değil. Bu açıdan da özgür iradeye pek yer kalmıyor. Ama soru yine de karşında. Bireyselliği düşünürsün, örneğin kim olduğunu. Kim olduğun çoğunlukla seni var eden özgür seçimlerdir. Ya da sorumluluklar alırsın. Sadece sorumlu da tutulabilirsin. Özgür iradenle yaptığın şeylerden dolayı suçlu bulunabilir veya saygı duyulabilirsin. Soru hep geri gelir ve biz gerçekte de bunu çözemeyiz. Tüm kararların gerçekten de bir bilmeceye benzemeye başlar. Nasıl olduğunu düşün. Beyninde biraz elektriksel etkinlik vardır. Nöronlar ateş alır. Sinir sistemine sinyal göndermeye başlarlar. Kas liflerine doğru ilerler. Seğirirler. Diyelim kolunu uzatırsın. Sanki senin bir parçan kendiliğinden hareket ediyor gibidir, ama bu sürecin her bölümünün her noktası fizik yasalarıyla yönetilir. Başlangıç koşullarını Büyük Patlama (Big Bang) oluşturmuş gibi gözüküyor. Geri kalan her şey bunun bir reaksiyonu gibi... Özel olduğumuzu düşünüyoruz ama şimdi bu tehlike altında. Bana Kuantum mekaniğini soracaksınız. Gerçekten de Kuantum bir olasılıklar teorisi. Olasılıkları yer var. Daha gevşek. Belirlenimci değil. Ve bizim özgür iradeyi anlamamızı sağlıyor. Ama ayrıntılara bakmak hiç işe yaramaz. Özgürlük bir olasılıklar sorunu mudur? Kaotik bir sistemde yer değiştiren rastlantı mıdır sadece? Bireyselliği anlamaya çalışmak gerekir...”
“Amaç olumsuz olandan kurtulmak. Bu gerçekten de hiçliğe duyduğumuz istektir. Bir kere anlık olana ‘evet’ dendi mi evetleme bulaşıcı olmaya başlar. Sınır tanımayan bir evetleme zinciri boşanır. Anlık olan evet demek tüm bir varoluşa evet demektir.”
“Dünyada iki çeşit acı çeken insan vardır: Yaşama sevinci eksikliği çekenler ve yaşama sevinci fazlalığından muzdarip olanlar. Bunu düşündüğünde neredeyse bütün insan davranış ve eylemleri, temelde hayvan davranışlarından farklı değildir. En ileri teknolojiler ve ustalık bizi en fazla süper şempanze düzeyine getirir. Gerçek bir ruhun, gerçek bir sanatçının, azizin, filozofun krallığı seyrek olarak ulaşılan bir şeydir. Neden bu kadar az? Neden dünya tarihi ve evrimi bir ilerleme öyküsü değildir de, sıfırların sonsuz ve boşuna bir toplamıdır? Daha büyük bir değer hiç oluşmadı. İnsanın en evrensel özelliği  korku mu yoksa tembellik midir?" 
“Dünyanın bizi sınırlandırdığını düşünüyoruz ama onları biz yaratıyoruz.”

12 Kasım 2014 Çarşamba

Interstellar


Kuantum fiziğine göre bir atom gözlemci gözlediği noktadadır, gözleyen ve gözlenen birbirine bağlıdır. Sadece bilinçli varlıklar gözlem yapabildiği için insanlar tüm evrene derinlemesine bağlıdır.

Kur’an başta olmak üzere bir çok kutsal kitapta insanların Tanrı’nın suretinden yaratıldığı belirtilir. Maddeyi derinlemesine incelediğinizde ise karşınıza üç boyutlu madde diyebileceğiniz hiçbir şey kalmaz. Sadece ilişkiler kalır. Mekan ve zaman kalmaz... Bu ilişkiyi sevgi olarak tanımlamak mümkün müdür? Sevgi, zihnin yarattığı diğer tüm duygulardan farklıdır, ve bu mevcut beynimizle açıklanamaz bir duygudur.

Kuantum fiziğinde tüm evren birbirine bağlıdır, bireysellik bir illüzyondur. Bir atom aynı anda farklı bir yerde olabileceği gibi atomlardan oluşan insan da aynı anda farklı bir mekanda ve farklı bir zihin hali ile mevcut olabilir. Mevlana’nın Konya’dan hiç ayrılmadan başka illerde görüşmeler yaptığına dair rivayetler vardır. Yogilerin de buna benzer bildiğimiz Newton fiziğini alt üst eden yetenekleri olduğu bazı ruhsal kitaplarda yazar...

Şimdilerde görebildiğimiz evrenin insanoğlunun hayalinin oluşturduğu bir hologram olduğu teorisi üzerinde duruluyor. Eğer bugüne kadar Kuantum fiziği ile ilgilenmediyseniz size Evrenin Ruhu’nun Kuantum Fizikçisi Fred Alan Wolf, bu konuda okunabilecek ilginç yazarlardan biridir.


Interstellar, belki de yeni Space Odysse... Kubrick ile Nolan’ın tarz farkları Interstellar’ı daha anlaşılır kılıyor. Gerçi 2001: A Space Odyssey filmi çekildiği yıllarda henüz insanoğlu Dünya’yı uzaydan görmemişti ve biraz uçuk olması daha normal karşılanabilir bir durum. 

Interstellar’da birçok filmin aksine dünyayı kurtarmakla ilgili değil, dünyayı terk etmekle ilgili bir film... Bir şekilde dünyada hayat şansı kalmamıştır. Bol bol kuantum fiziğinin temellerinin açıklandığı filmde Satürn etrafında açılan bir solucan deliğinden geçip yeni dünyalar keşfetmek için yola çıkılır...

Kurgusu, bakış açısı ile üç saate yakın bir süre koltuğunuzdan kımıldamıyor, kah geriliyor kah duygulanıyor kah merak ediyorsunuz...

“Cooper: Eskiden gökyüzüne bakar ve yıldızlar arasındaki yerimizi merak ederdik, şimdi ise sadece önümüze bakıyor ve toz içindeki yerimiz hakkında endişe ediyoruz.”

    “Murph: Baba, bana neden benim ismimi kötü bir olay ile ilgili koydunuz?
    Cooper: Öyle yapmadık.
    Murph: Murphy kuralı?
    Cooper: Murphy kuralı kötü bir şey olacak anlamına gelmez.
    Olabilecek herhangi bir şey varsa bu olur demektir.”
Nolan’ın oyuncu seçimleri de harika; bu yılın flaş ismi ve inanılmaz çıkışı ile dikkati çeken Matthew McConaughey baş rolde. Hiç vazgeçemediği Michael Caine, The Dark Knight Rises’da çalıştığı Anne Hathaway filmi sırtlıyorlar...
Brand: Sevgi, zamanın ve uzayın ötesine geçen tek şey.”

11 Kasım 2014 Salı

Dünya Ağlıyor


Biliyorum ağlıyorsun...
Su, hava, toprak, ateş verdin bize,
Biz kalabalıklaştıkça sen duruldun.
Açtın tüm kaynaklarını...

Biz mi ne yaptık?
İçmeye başladık kana kana...
Yüzbinlerce yıldır süregelen kıtlığın
Acısını çıkartırcasına...

Parsellemeye, sahiplenmeye başladık seni,
Yenik düştük hırsımıza,
Savaşlar yaptık senin uğruna...
Kara sevda da değil ki sebebi...

Biliyorum ağlıyorsun...
Sen dört buçuk milyar yaşında,
Bizse yarım milyon...
Bilemedik, unuttuk belki de saygıyı...

Verdin hayatımızdaki her şeyin hammaddesini.
Teknolojinin, barınakların, ulaşım araçlarının...
Küstahlaştık belki de, kaynağı unutup...
Sana uyum sağlamktansa, istedik ki sen bize uyasın.

Ama hiç merak etme!
Sen de farkındasın, uyanışın, yeşeren enerjinin...
Olumsuzun tiyatrosu kapalı gişe de olsa,
Biliyorum artık başladın gülümsemeye...


8 Kasım 2014 Cumartesi

Herşey Bir Anda Olsa!

Artık her şeyi farklı görüyor, farklı mı algılıyorsunuz? Ne istediğinizi biliyor, sezgilerinize güvenip bu yolda hareket etmeye başladınız mı?

O halde hemen gerçekleşsin bir an önce her şey!
Ne oldu mu? Olmuyor mu hemen her istediğiniz?..
Yapmayı dilediklerinizi hemen yapamıyor, kendiniz olma yolunda yavaş mı ilerliyor gelişmeler, arınmalar? Yoksa aynı noktaya geri mi dönüyorsunuz?


Bazen farkındalığımız, biliş düzeyimizin üzerine mi geçiyor? Tahammül edemez hale mi geliyoruz? Özellikle de başkalarına karşı... Bazen de kendinize karşı... İşte o anda durup Thich Nhat Hahn’ın sözünün dinlemek gerekiyor: 
“Gülümse, nefes al ve yavaş ilerle.”
Hayat her an hızlanıyor, her dakika daha fazla içerik giriyor hayatımıza, daha fazla mesaj, daha fazla içerik, daha hızlı bir gelişim vaat eden biri veya bilgelik... Her dakika cep telefonunuza bakıp bunları takip ederken işin özünü kaçırıyor olabiliriz.
Bazen dönüşüm zaman alabilir. İlişkilerimizin aynalığında uyanmak, maskelerimizi fark edip öz benliğimize ulaşmak...
Yoga, meditasyon, dans etmek, nefes çalışmaları, aile sistemi çalışmaları ve buna benzer bize anlayış kazandıracak çalışmalar bizi yolculuğumuzda destekleyecektir, ancak bazı konularda acele etmek bizii Mehter Takımı gibi iki adım ileri bir adım geri hareket ettirebilir. Daha kötüsü gelişim göstermiyorum sanarak, geçmişte kabul ettiğimiz konfor alanına dönüş yapabiliriz.

İçselleştirme
Önemli olan konulardan biri, öğretilerin özümsenmesi ve davranışlarımızda bir refleks haline gelebilmesi, lakin beynimizde unutulacak bir hatıra kırıntısı olduktan sonra, hiçbir bir bilgeliğin bir faydası yoktur. Bu çevreyi korumakla ilgili konferansına tilki kürklerini giyip ciplerle gitmeye benzer.

Yaptığınız çalışma bize ne katıyor? Daha önce fark etmediğiniz hangi yanılsamaya işaret ediyor? Bilinçaltınızı ve kolektif bilinç konusunda farkındalığımızı artıyor mu? Kim olduğumuz konusunda bilgelik sağlıyor mu?.. Sadece keyifli bir deneyim mi sağlıyor? Yoksa kalıcı bir bakış açısı ve uygulanabilir pratik bilgiler de mevcut? Hiç bir şey ihtiyacımızın kalmayacağı noktaya kadar bize rehberlik ediyor mu?.. Yoksa egomuzu parlatarak ruhani bir kişilik mi sağlıyor? 


Beden ve Zihin Hazırlığı
Diğer önemli bir konu ise yıllardır kökleşmiş temel inançlarla bugünlere gelen beden ve zihnimizin yeni düzene uyumlu hale gelmesi. Belli travmaların fiziksel olarak bedene atıldığını biliyoruz. Tüm fiziksel hastalıkların ardında psikolojik bir tetikleyicisi bulunuyor. Louise Hay'in Düşünce Gücüyle Tedavi adlı kitabında çok geniş bir liste var. Yakından tanıdığınız birinin rahatsızlıklarını listeleyin ve o rahatsızlıklara karşılık gelen düşünce kalıplarının o kişi de olup olmadığına bakın. Her ne kadar bazı düşünceler derinde, bilinçaltında yatıyor olabilir, hatta aileden birine ait olabilir. Ancak yine de bu listeye şaşıracaksınız. Daha sonra kendiniz için yapabilirsiniz. Unutmamak gerekiyor ki, bu listeler geneli temsil etmektedir ve herkesin yolu kendine özeldir. Genelin dışında özel bir durum da olabilir. Kişinin kendi geçmişi ile özel olarak çalışması gerekir. 

Bu çalışmalar için sakin bir ruhsal hali için, sağlıklı bir beden ve doğal olarak açık ve dingin bir zihne sahip olmamız gerekir. Bedenimizi dinleyip onu daha akışkan daha enerjik hale getirmek için alışkanlıklar elde edebiliriz. Az pişmiş sebze, ortalama miktarda meyve, kök sebzeler olabilir... Özellikle uzak durulması gerekenler ise şeker, un, kahve ve süt... 
Sporu da aceleye getirmeden, bedenimizi hissederek ve zorlamadan yapılan yürüyüşler yorgunluktan ziyade enerji sağlayacaktır.

Zihnimiz ise bize daima direnç gösterecektir; en sevdiği şey onun hayatında hiçbir şeyin değişmemesidir... Bunu bizi güvende tutmak adına yapar. Biz, zihnin ne olduğunu anlarsak buna gerek kalmaz. Zihin, beynimizin ürettiği duygu ve düşüncelerden meydana gelir. Bunlar beyindeki elektrik akımlarıdır. Belleği kullanarak verilen tepkidir. Teorik olarak anlasak bile, pratik olarak ne yapacağımızı bilemeyebiliriz. 

Önce zihni gözlemleyerek başlayın. Bir şeyi gözlemleyebiliyorsak, bu demektir ki, biz ‘O’ değilizdir... Her ne kadar beyin çok güçlü bir organ olsa da sonuçta bir hesap makinesidir; elinde olan iki kaynak (bilgi ve deneyim) ile kendi hayatını güvene almak ister; bu da gelecek hakkında varsayımda bulunup her şeyi kontrol etme istediği ile olur, ancak bu bir yanılsamadır. Geçmiş bilgilerle ne geleceği tahmin edebilir, ne de bir şeyi kontrol edebilir...


Ego Tuzakları
Zihnin bir diğer tuzağı ise bizimle iş birliği yapmasıdır! “Evet, sen oldun, en iyisi, en hızlısı sensin!” diyerek gelişimimizi başkaları ile karşılaştırmaya ve bu konuda saplantılı bir şekilde çaba göstermemizi sağlar. O, artık kendine yeni bir kimlik bulmuştur.
Aslında gerçek gelişim çabalayarak değil, kendimizi olmayanı bırakarak gelir...
Gelişim, bir hedefe ulaşmak, bir rapor yazmak ve bitirmek gibi değildir. Yaptığınız fiziksel, zihinsel ve ruhsal hazırlıklar toprağa tohum atıp, onu sulamak gibidir; filizlenme için zaman gerekir. Doğal olarak toprağın verimi, kullanılan gübre sonucu bir parça değiştirebilir, hızlandırabilir ama çaba faydasızdır.

Temel inançlarımızı yakalayıp bunların farkında varmak katalizör etkisi yaratacaktır. Kendimizi ve başımıza gelen olayları gözlemleyip tekrar tekrar yaşadığımız deneyimleri ve size hizmet etmeyen ilişkileri hayatınızdan çıkartabilirsiniz. Eckhart Tolle’ün dediği gibi, bir durumu ya kabul edersiniz, ya değiştirirsiniz ya da oradan uzaklaşırsınız...


Son olarak bizi yolumuzda hızlandıracak en etkili yöntemlerden biri kendimizi yargılamamaktır. Biraz çelişkili gibi gözükse de ne zaman kendimizi hızlı ilerlememekten dolayı eleştirirken yakalarsak, yavaşlayalım... Olanları izleyelim. Her seferinde artan farkındalığımız bizi hem yolunuzda tutacak hem de daha hızlı ilerlemiş olacağız.

İçselleştirme tamamlandığında hedeften çok yolun keyfini çıkarmaya, aslında hedefin yol olduğunu idrak ederiz... Varılacak bir yer yoktur, sadece yolculuk vardır.

7 Kasım 2014 Cuma

Words and Pictures


“İşimiz güzel sanatlar... Güzel sanatlar, ne demekse? Sorun kelimelerde. Kelimelere güvenmeyin. Kelimeler yalan söyler. Kelimeler tuzaktır. Bakacağız, hissedeceğiz, göreceğiz, öğreneceğiz.”

Bir resim bin kelime değerinde midir?
İşte bu film, alkol problemi olan bir edebiyat öğretmeni ile fiziksel hastalığı olan ressam öğretmen arasındaki savaşın özündeki sorudur.

Edebiyata aşık olan Jack'in görüşleri şöyledir:
“Kelimeler bütün bir ülkeyi başlatır, sonra da savaş zamanında korur, sonra da onu daha iyi hayal eder, daha iyi yapar. Kelimeler yapar bunu, resimler değil. Kelimeler...”
Önceleri küçük çekişmeler şekiller ilişki, savaşa, daha sonra da sevgiye dönüşecektir.



Peki, kazanan kimdir? İkisi de değil... Resimler de, kelimeler de insanların kendilerini ifade etmek için kullandıkları yollardır... Ne kadar iyi olursa olsun, her bireyin algılayacağı farklıdır. Bunu dikkatlice düşünelim... Resimlerin hissettirdikleri tartışma götürmeksizin görecelidir, peki ya kelimeler. Kelimelerin ne anlama geldiğini bilmiyor mu? Bir çiçek dediğimizde aklımıza ne geliyor, sevgi, öfke dediğimizde? Kendi deneyim ve bilgilerimiz ışığında değerlendirebilir ancak. Bu da kişiden kişiye değişir. Taoizm’de, 'Tao Tao değildir' denir... Tanrı manasına gelen Tao  kelimesini kullandığınızda anlatmaya çalıştığınız objeyi kısıtlamış, tanımlamış, etiketlemiş olursunuz... Bu sebeple kelimeler çok kısıtlıdır. Ancak ayı gösteren parmak gibi, anlatmaya çalışılan noktayı işaret ederler. Bu işareti takip etmek, kendi yolunu bulmak okuyucuya kalır. 

Kelimeler ve resimlerin işaretle gösterdiğini sessiz bir zihinle, sadece sezgilerimizle buluruz, algılarız, fark ederiz... Paylaşmayı arzuladığımızda, biz de içimizdekini yazıya, resme, heykele dökeriz... Başkalarının ne anlayacağına veya beğenip beğenmemelerine aldırış etmeden son derece özgün bir sonuç çıkar ortaya...


“Her sanatçı dünyayı kendinin yapar ve bunu yaparken onu yüceltir. Ve bunu yaparken bizi yüceltir, bize daha geniş bir görüş verir. 'Sanat dünyanın bildiği en etkileyici bireysellik modudur.' demiş Oscar Wilde... Proust sadece sanat sayesinde kendimizden dışarıya çıkabileceğimizi söylemiştir. Sanatçılar bize bu görüşü verdiler çünkü bize kelimeler ve resimler yoluyla kendilerini verdiler. Ve bütün söyleyebileceklerimiz... Hissettiğimiz şey tasvir edilemez. Böyle bir sanatçının değeri de, yetenekleri, enerjileri ve vizyonları sayesinde kendimizi iyi hissetmemizi sağlarlar. En iyisi olmamızı sağlarlar.”

5 Kasım 2014 Çarşamba

Bilmemek

Önce anladım ki, hiç bir şey bilmiyormuşum. 
Sonra öğrendim, öğrendim, her şeyi bildim. 
Şimdi görüyorum ki, sadece bilmiyorum...


23 Ekim 2014 Perşembe

The Congress

"Robin: Bu mantıklı mı? Yoksa sadece zihnimin içi mi?                      Robot: Sonuçta, her şey mantıklıdır ve her şey zihnimizin içindedir."
Çocukluktan ergenliğe geçerken ailelerimiz ve toplum bizi koşullandırmaya başlar. Bunlar iyi, bunlar kötü, şunlar güzel, şunlar çirkin vs... Bu koşullandırmaların ışığında Ego gelişir ve hem aile ve toplum tarafından iyi, başarılı ve güzel olana ve olmaya şartlanırız. Bu da bize Jung’un Gölge diye tabir ettiği karanlık yanlarımızı yokmuş gibi hareket etmemizi sağlar. Ego başlar güzellik, unvan ve başarı peşinde koşmaya... Gölgemiz ile oluşan dualite bize acı verir. Başarılı gibi gözüken insanlara tapar, onları seçilmiş yaparak kendi “normal”liğine bir bahane bulurken, kendisi için de bir umut ışığıdır. Çaptan düştüğünde de onlar da normalmiş diyerek yerden yere vurup bir anda tüketir.


The Congress filmi Solaris’in yazarı olan Stanislaw Lem’in romanından uyarlama bir yapıt. Bu filmde artık 44 yaşına gelmiş aktris Robin Wright kendini oynamaktadır. Kendisi genç olmadığı için yapımcı firma onun sanal versiyonunu uzun bir süreliğine satın almak ister. Filmin ikinci yarısında tamamen animasyon haline gelecek filmin altyapısı burada gizlidir. Robin başka çaresi kalmadığı için bu teklifi kabul eder. Öte yandan belki de Robin’in hayatını dengeleyen, kör olma tehlikesinde olan bir çocuğu vardır. Çocuk onun bu durumunu ve dünyadaki gidişatı görmek istemiyor gibidir...


Filmin ikinci yarısındaki sanal dünya iki boyutlu çizilmiş. Sıra dışı çizgiler ve renklerin olduğu bu kısımda insanların bir kısmı kendilerini Matrix tarzında sanal bir hayata feda etmeyi seçerler, burada yaratıcı bir zihin ile her şey mümkündür. İronik olarak her şeyin mümkün olduğu bir ortamda ego yok olmuştur, çünkü kıyaslama, rekabet ve hırslar kaybolmuştur; her şey ama her şey mümkündür... Sanal olarak zihninizde yaşamak dışında!


Robin ise bu dünyada romantik bir ilişki yaşasa da, kendini çocuğunu bulmak için gerçek dünyaya gönderir, burada ‘gölge’ ile karşılaşır...

Gelelim oyunculara; 1990’lı yılların başında State of Grace ve Toys filmlerinde rol alan Robin Wright ilk defa Forrest Gump’da hayatı devamlı çalkantılı bir genç kadını canlandırdığı karakter ile dikkatleri üzerine çeker. Uzun süre çok ciddi bir yapımda yer almayan Wright, Breaking and Entering, Beowulf, Moneyball, ve Rampart gibi filmlerden sonra Adore’da başarılı performans sergilediği söylemek yerinde olur. The Congress’de ise performansı sıra dışı... 


Harvey Keitel, Paul Giamatti ve Danny Huston gibi usta oyuncular filme renk katmış. 
Yönetmen Ari Folman’ın Waltz with Bashir muhteşem bir animasyon belgeseldi. Bu filmde de özellikle animasyon kısmında harikalar yaratmış. Geçişler, verilen keskin duygular insanı filmin içindeymiş gibi hissettiriyor.
“Karanlık görüyorsan, zihnin karanlıktır...”

13 Ekim 2014 Pazartesi

Short Term 12


Hayatımızda bize ağır bir yük gibi gelen hastalıklar, etkilerini bir türlü atamadığımız travmalar vardır. Kimisi, kader deyip katlanır, kimisi de kadersizliğine isyan eder. Öte yandan, bu başımıza gelenleri kabullendiğimizde ve hayat sürecimize dahil ettiğimizde, tüm bu yaşanan olumsuz gibi görünen deneyimler, bizim için bir güç kaynağı olur. Ancak insan kaderine itiraz ettiğinde, hayata itiraz ettiğinde, bu güç azalır. Benzer bir durum fail ve kurban arasında da vardır. Diğer bir deyişle suçlu ve masum çok ilginç bir sistem oluşturur. Bir şekilde ikisi de kendi rollerini oynar. Suçlu veya hastalık, masuma bir mesaj veren bir antagonisttir. Aile sistemi terapisini bulan Alman Psikolog Bert Hellinger’in 'Kabul Etmenin Özgürlüğü' kitabında bu sistemik bakış açısına detaylı bir şekilde bakılıyor.

Antagonistten gelen zorluk bize güç veren, aydınlığa kavuşturan kaynaktır. 

Geçmişimizde bilinçli ve bilinçsizce unuttuğumuz veya unutmaya çalıştığımız olayları kucaklayıp temizlemek en önemli işimiz olmalıdır; ancak o zaman özgürleşebiliriz. Aile sistem terapisi bu iş için kullanılan metotlardan biridir. Özellikle de ailemizden ve atalarımızdan taşıdığımız yüklerin farkına varabilmek için çok etkili bir araç... 
Aile içinde yaşanan şiddet veya istismara dayalı bir olay varsa, çocuk, anne babasını koruma veya yardım içgüdüsü ile sessiz kalabilir... Bu en yaygın tehlikedir.


Short Term 12, gençlerin sığındığı bir merkezde yaşayanların ve çalışanların hayatlarını gerçekçi bir bakış açısı ile veriyor. Çeşitli sorunları olan gençlere yardımcı olmaya çalışan Grace ve Mason, bir yandan ilişkilerini olgunlaştırmaya çalışıyorlar.

Grace, hamile olduğunu öğrenir. Aynı anda ilgilendiği kızlardan biri onunla benzer olayları yaşamıştır. Jayden isimli bu kızın hayatı, çocuk sahibi olup olmamayı düşündürür... Ancak, ikisinde bu hayatta karşılaşmaları tesadüf değildir.


Ya eğer her başımıza gelen olay, olgunlaşmamız, kendimiz olmamız ve özümüzü hatırlamamız için vesileyse? Ya eğer geçmişteki olaylara takılı kalmak, hikayeler ile var olmak, kendimize bir çok bahaneler yaratmak, özgürlüğün önündeki en büyük engellerse?
Ne yapardınız?