28 Nisan 2015 Salı

Rosewater


Rosewater filmi Maziar Bahari’in gerçek hikayesini konu alıyor. Gazeteci ve film yapımcısı Bahari İran’da tutuklu kaldığı 118 günü Then They Came for Me isimli kitabında dile getirmiş. Kendisi İran asıllı Kanadalı olan Bahari’nin babası Şah rejiminde komünist olduğu için hapsedilirken, ablası da Humeyni döneminde tutuklanmış daha sonrasında da lösemi sebebiyle vefat etmiş.

Londra'da İtalyan-İngiliz karışımı eşi ile bebek beklerken 2009 yılında İran'a Newsweek dergisinin habercisi olarak Tahrana gider. Annesini de ziyaret ettiği bu dönemde İran’da seçim sonuçları şaibelidir ve bazı göstericiler seçim sonuçlarını protesto eder, Bahari ise kendini bu gösterilerin içinde bulur. Bir televizyonda verdiği espri dolu bir röportaj İran yetkilileri tarafından yanlış yorumlanınca Bahari 118 gün casusluk suçu ile her gün hafif işkence görerek sorgulanır...


Görülen hikaye bu şekildedir. Lanet olsun baskıcı rejim, harika ve özgür batı dünyası! Baskıcılara lanet okunsun, onun kurtarılmasında lobi oluşturan Hilary Clinton’a bravo! Gerçekten bu kadar basit midir? İnsanları ve toplumları etkileyen daha derin dürtüler yok mudur?

Carl Jung’un bekli de ilk defa bilimsel bir şekilde ortaya koyduğu kolektif bilinç bireyleri ve toplumları nasıl etkiliyor? Einstein’in ortaya koyduğu gibi etrafımızdaki her şey bir enerji ise biz birbirimizi nasıl etkiliyoruz? Başımıza gelen olayların bilinçaltı seviyesindeki anlamları nedir? Yüzeyde yaşanan tiyatronun perde arkasında kimler, neler var? Son zamanlarda oldukça tanınmaya başlanan Alman psikolog Bert Hellinger tarafından uygulanmaya başlanan Sistematik Dizimlerde, ailemiz ve atalarımızla olan dinamikleri daha iyi anlamaya başlıyoruz.


Öncelikle Bahari’nin ailesine bakalım. Baba sisteme karşı ve hapse giriyor. Kızı onu takip ediyor... Ona düşkün olduğu filmde açıkça belli olan Bahari onu başka bir yolla takip ediyor. İran’da dışlanan ve görülmeyen Batı dünyasına giderek, orada gazeteci oluyor. Hatta Bahari kendi gibi göçmen Alman Yahudilerini inceleyip onlar hakkında haber yapıyor. Bilinçaltından kendini onlarla özdeşleştiriyor. Hatta eşi bile İtalyan ve İngiliz karma bir ailenin çocuğu... Bu dinamiği bugün Almanya’da görebiliriz. Doğal olarak dışlanan Naziler, onların eziyet ettikleri ailelerin çocukları tarafından temsil ediliyor. Bazı Alman çocuklar Neo-Nazi olarak bilinçaltından Nazileri temsil ediyorlar. 

Bahari'nin hikayesindeki diğer bir dinamik ise annesini tek başına bırakarak terk ettiği İran. Ana vatan kolektif dinamikte anneyi temsil eder. Eğer ana vatanınızı sevmeyerek terk ederseniz bir şekilde anneyi reddediyor ve dolayısıyla hayatı reddediyor olursunuz. Anne size hayat verir, ana vatan da yaşanacak ortamı... 


Hastalıkların da mutlaka psikolojik bir anlamı vardır. Ablasının lösemiden ölmesinin anlamı yaşadığı baskılardır. Yaratıcılığı bastırılmış ve ne yaparsa yapsın çaresizdir. Yaptıklarımla hiç bir şey değişmiyor ruh hali artık onun hayatı terk etmek istediğini manası taşır... Daha derine inilebilse Bahari’nin geçmiş atalarında gerçek nedene ulaşmak mümkündür, ancak filmde bu kısımlarla ilgili bilgi bulunmuyor.

                      [Jon Stewart, Gael Garcia Bernal, Maziar Bahari]

Filme gelecek olursak, yönetmen Jon Stewart, Amerikan TV şovlarından tanınan biri... Filmin baş rolünde Gael García Bernal yer alırken, Kim Bodnia ve Haluk Bilginer ona başarıyla eşlik ediyorlar.

24 Nisan 2015 Cuma

1984

“Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Şimdiyi kontrol eden geçmişi kontrol eder.”
İnsanlık tarihine baktığımızda her dönem savaşlar görüyoruz. Okullarda tarih diye öğretilen devletler onların savaşlarından oluşuyor. Kimileri diyor ki bu insanın doğasında var. Yirmici yılda bu durum insanlığı yok edecek noktaya geldiğinde, sıcak savaş daha çok soğuk savaşa dönüştü. Sanal tehditler, varsayımlar bu şizofren durumu devam ettirdi. Matrix filmindeki bir gerçeklik devam etti, ediyor. Peki, neden böyle bir sisteme ihtiyaç var? İnsan zihninin çalışma prensibi korku temellidir. Bizi hayatta tutmak isteyen beynimizin en eski kısmı sürüngen beynimizin üç temel reaksiyonu vardır: Kaç, savaş veya hareket etmeden kal...

Bu korku onu her şeyi kontrol etme güdüsü ile kuşatır. Zıtlıklarla öğrenen beynimiz için kontrolün en kolay yolu karşıtlıklar, ikilik oluşturmaktır. Düşman, sistemin yaşaması için olmazsa olmazlardandır. Fiziksel veya sanal...  

“Ne geçmiş, ne gelecek, ne de şu an kendi içinde vardır. Gerçeklik insan zihnindedir. Hatalar yapan ve yakında ölmek üzere olan akılda değil, kolektif ve ölümsüz Parti aklındadır.”
1984 filmi, George Orwell’in aynı adlı romanından uyarlanmış bir baş yapıt. Yazarın bu kitaptaki ana fikri şöyledir: “Evrensel kandırmaca dünyasında, doğruyu söylemek devrimsel bir harekettir.” Bu filmde kontrol hat safhadadır ve sanal bir dünya içerisinde insanlar köle gibi yaşamaktadır. Bu durum Yirmi birinci yüzyıldan farklı mı dır? 9/11 denilen hikayede tavşanın ışığa baktığı gibi bakmadı mı insanlar? Orwell, romanında zihinsel uykuda olan insanoğlunu uyanmaya ve doğru düşünmeye davet eder gibi...

Filmin diğer ilginç taraflarından biri de düşünce ve kelimeler üzerindeki felsefesi... Sistem konuşmayı ve iletişimi asgari düzeye indirmeye çalışırken, düşüncelerin üzerine çıkmak ve gerçeğin farkına varmak asıl amaç. İllüzyon ya vardır ya yoktur. Bir şey ya gerçektir ya da değildir. Ya Matrix’desinizdir ya da değil...


              *Kelimelerin yok edilmesi güzel bir şey.
              -Dil mükemmel olduğunda devrim tamamlanacak.
              *Tercümeden alınan sırlar doğrudan düşünceye, otomatik olarak yanıta                 dönüşecek. Öz disipline gerek yok. Dil boğazdan geliyor, beyinden                       değil.

Filmin kahramanı Winston ise bilmektedir, bir şey bu sistemi eninde sonunda yenecektir.
Onun için önemli olan hayatta kalmak değil, insan kalmaktır...

              *Nefret, hayatın korkusu.
              -Neden nefret, sevgiden daha az hayatidir?
              *Bilmiyorum ama hayat seni yenecek.
              -Hayatı hem anlamda kontrol ediyoruz. İnsan doğasını yaratıyoruz.                        İnsanlar son derece yumuşaktır. İnsanlık vücuttur.


“Gerçek var, ve yalan var. Özgürlük iki artı ikinin dörde eşit olduğunu söylemektir.”

“Hiyerarşik bir toplum, sefalet ve cehaletin temelinde mümkün olan tek şeydir. Prensipte savaş çabası, toplumu açlıktan ölmek üzere tutmak için planlanmıştır. Savaş, aslında ona karşı olan yönetici gruplar tarafından sürdürüldü. Ve amacı zafer kazanmak değil toplumsal yapının sağlamlığını korumaktır.”

13 Nisan 2015 Pazartesi

Yunus Emre: Aşkın Sesi


Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, 
Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, 
Aramadan duramazsın. 
[Yunus Emre]

13.Yüzyıl... Mevlana, Şems, Taptuk Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Sarı Saltuk...
Ne kişisel gelişim merkezleri var, ne de 'en çok satan' spiritüel kitaplar, ne kurslar, ne seviye, ne unvan, ne de rütbe... Bu kişiler aydınlanmak için Hindistan'a da gidememişler...
Kendi kendilerine hakikatin peşinden gitmişler... Nefisleri üzerinde çalışmış, mürşitlerinden ilham almışlar. Hiç bir para karşılığı olmaksızın açılan dergahlarında irfan dağıtmışlar, kim olursa olsun buyur etmişler.

Yunus Emre de işte bu dönemde yaşamış, hakikati aramış, aşkı aramış bir Anadolu evladı. Hikayesi buğday istemek için gittiği Hacı Bektaş-ı Veli ile başlıyor. Hacı Bektaş-ı buğday yerine nefes vermeyi önerir ama Yunus önce bundan bir şey anlamaz. Daha sonra koşarak geri gelen Yunus nefesi kabul eder ve hakikati bulma yolculuğu başlar.
Bu yol hem çok kolay, hem de çok zor bir yoldur. Hayattayken ölmeyi gerektiren bir yoldur. Yunus Emre'nin hikayesini seyrettiğinizde anlarsınız ki, çok eski öğretilerin özünü, kuantum fiziğinin gerçeklerini bundan sekiz yüz yıl önce kendini öldürme süreci ile aşkı arayarak kavramışlar.

Kendini öldürme çok özetle kişiye hakim olan benliğin yani egonun ölmesidir. Aşılması gereken kapılar, ulaşılması gereken ruhani seviyeler olduğunu sanan zihin, egonun yok olması ile aslında aşılacak kapıların olmadığı ve sonunda da hiçbir yere gitmek gerekmediği anlaşılır. Bu uyumakla, uyanık olmak olmak arasındaki farktır. Uyuduğunuzda değişik şekilde rüyalar alemindesinizdir, uyandığınız zaman ise her şeyin bir rüya olduğunu anlarsınız.

Yunus Emre’nin en önemli yönlerinden biri de onun sabit dergahı olmaması ve Anadoluyu gezerek karış karış halkın diliyle Aşk’ı anlatma çabasına devam edişidir... Belki gerçekten Yunus'u anladığımızda değil, kendimizi, ben sandığımız kişiyi öldürdüğümüzde uyanmış olacağız. Yunus'u bizden farklı, yüce bir kişi olarak tanımlarsak, uyanmaktan ziyade guruyu, öğretmeni takdir etmek, yüceltmek ve belki de taklit etmekten, sözlerini paylaşmaktan öteye gidemeyiz. Uyanış hakkında konuşur ama onun hakkında hiç bir şey yapmayız... Herkese güzel gözüken bilge ego doğmuş olur...


Çocukluğunuzdan beri kendimiz sandığımız şeyden özgürleşmek zorlu bir yoldur. Yunus Emre’in hocası Taptuk Emre onun çektiği sıkıntıları bilir: “Sessiz çığlığını biliriz, duyulmayan haykırışını biliriz. Hiçlik yolunda kendini kenara bırakıp Aşkı aramak için düştüğün yolları biliriz. Bazen ölüm aşılmaz bir dağ gibi dervişin başını öne eğer. Bazen insan Aşkı için kendini feda eder. Senin yolun aşıkların yolu, var git şimdi Anadolu’ya karış karış gezdiğin toprakların sesi ol, şiir yaz, aşkı anlat. Uyandırdığın her kalp sevgi yolunda sana ses versin. Aşkın sesi ol.”

İşte şimdi filmden alıntılar:

Mevlana: “Toprağa tohum atmak için yürek gerek. Tohumu yeşertmek için rahmet gerek. Her şeyden önce hepimize nefes gerek.”
Yunus Emre: “Aşk nedir?”
Mevlana: “Yüz binlerce dille söylesem de Aşkın yüceliğini, güzelliğini... Aşk okundan yüz binlerce yara vardır gönülde, ne ok vardır ortada, ne de yay...”

Hacı Bektaş Veli:
İnsanın değeri yüreğinin ağırlığı kadardır.
Ne ekersen onu biçersin.
Ne arasan aslında sen O’sun.
Bu alemde her şeyin bir nedeni vardır.

Sultan Veled:
Her ne ararsan sadece kendinde ara. O zaman gelip göreceksin ki, aradığın sadece sensin Yunus.


Taptuk Emre:
Önce pirine teslim olacaksın. Nefsini yere at, onu ayaklarının altında ez. İşte o zaman sen olacaksın, yolunu bulacaksın. Dervişlik yolu hem zor hem kolaydır, hem uzak hem yakındır. Dervişlik yolundaki ilk söz teslim olmaktır.
Tüm geçmişini getir gözünün önüne... Kimsin sen? İçindeki ışıkla bakmadan gör, o zaman tüm perdeler, engeller kalkacaktır varlığının önündeki. Kimsin sen?
Bu alemde aldıkların ve yiyebildiklerin taşıyabileceğin kadardır. Kainat da senin olsa sen bir hiçsin… Önce nefsini, kendini yok etmelisin. Sevmeyi, görmeyi bilmeden önce kendini yok etmelisin. Her şey kulakla duyulmaz, her şey gözle görülmez. Bazı şeyler vardır ki gönülde görülür, kalbin ışığıyla baktığımızda belirir.
Hiç uzağa bakma, bir insana baktın mı tüm insanlığı görürsün. Her insanda insanlığın tüm halleri vardır.

Hallacı Mansur:
Ten fanidir, can ölmez. Varlık dünyası değil, yokluk dünyasıdır. Sen aşkı kalbinde ara, Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değil... Eğer bir kalp kırarsan, Hakk'a eylediğin secde değil. Aşkın kendisi ucu bucağı gözükmeyen bir yoldur. O yola girenin de geri dönmeye hakkı yoktur.
Bu alemde adım atmadık yer bırakmasan da aradığını ilk yola çıktığın yerde bulacaksın. Ne ararsan ara, aradığın sensin. Olmak kadar aramak da önemlidir. Aradığını bulsan da bulamasan da bu yolda pişmek, yanmak da önemlidir.
Buğday tanesini düşün. Bir taneden başak olur. Olgunlaşınca başını öne eğer, öyle hizmet eder. Doğaya bak, insana bak, işte o zaman Tanrının yaşamlara nasıl değdiğine bir kez daha tanık olacaksın.
Meleklere sormuşlar cennet nerededir diye. Sevginin olduğu her yer cennet, sevgisiz her kalp de cehennemdir demişler.


Sarı Saltuk:
Aşk, bir güneşe benzer. Ölüm denen perdeyi deldiğinde bu sırra erişirsin. Bunun için ölmeden önce ölmen gerekir.

Şems-i Tebrizi:
Sen ol da; ister yâr' ol, ister 'yara'; lütfun da başım üstüne, kahrın da..

Yunus Emre:
Ben bu yolda hem aşkı hem kendimi ararım...
Benliği unutup gerçeği aramaktır aşk. Aşk sonsuz bir denizdir, ne zaman tanır, ne mekan. Attığın her kulaç sevgiliye uzanan bir yoldur. Ancak aşıklar geçebilir o denizden. Ateşten bir denizdir o. Gerçek aşıklar mumdan bir gemi ile geçer o denizi.
Aşk damarlardan akan kan gibi titreyen kalp ve nefestir. Benliği unutup gerçeği aramaktır aşk.

Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dünü günü
Bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni
Ben yürürüm yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne akilem, ne divane
Gel gör beni aşk n'eyledi?
Gâh eserim yeller gibi
Gâh tozarım yollar gibi
Gâh akarım seller gibi
Gel gör beni aşk n'eyledi?


İşitin ey yârenler
Aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan kişi misali taşa benzer

İşitin ey yârenler 
Kıymetli nesnedir aşk
Gönüllere yol eyler
Sultanları kul eyler
Hikmetli nesnedir aşk
Denizleri kaynatır
Kayaları söyletir
Kuvvetli nesnedir aşk

10 Nisan 2015 Cuma

Nefes


Aşk etrafındaki hava gibidir,
Sahip değilsindir ona.

Aşk nefes gibidir,
Dilediğinde çekersin derinden içine.

Sabit değildir, durmaz yerinde.
Alırsın, verirsin bir denge içinde...

Farkına varamasan da nefes alırsın,
Durup, anlarsan çıkarırsın nefesin keyfini...

Zaman gelir; hızlı alırsın,
Çıkarsın bulutların üzerine...

Zaman gelir; huzuru bulursun
Ağır ve derin bir nefesle...

Nefes, aşk, sevgili...
Farkı var mıdır birbirlerinden?

8 Nisan 2015 Çarşamba

Şiddet Üzerine



Sorsanız hemen hemen herkes şiddete karşıdır.
‘Nedir şiddetin sebebi?’ diye sorsanız, herkes kendine göre bir yanıt verir. Bazıları, insanın doğasında olduğunu söyler, bazıları da eğitimsizlikten ve parasızlıktan dem vurur. 
Belki de hemen şiddet gösterenleri suçlar, genlerinde bir problem olduğunu düşünürüz.
Yüzeydeki hikayeler hem çok bariz hem de çarpıcıdır. Bundan nemalanmak isteyen içsel ve dışsal güçler de hediyenin paketini süslemekle meşguldür. Suçlular bellidir...
Bağırır, çağırır, asarız... Bitti mi? Bu kadar mı? Adalet yerini buldu mu?
Nedir bu şiddetin kaynağı ve sebebi? Hiç mi merak etmiyoruz?


TED konuşmalarından birinde, bir doktorun sözleri bu durum ile benzeşiyor:
“Bize şunu öğretirler; eğer bir kuyu suyundan su içen çocukların yüzde doksan sekizi hastalanıyorsa, hepsinin hasta olduğu doğrudur ve antibiyotik üzerine antibiyotik verilmelidir. Ama kimse bize kuyunun, problemin kaynağı olduğunu ve bununla ilgili ne yapılması gerektiğini söylemez.”
Şiddetin kaynağı nedir? Bunu analiz etmek için tüm düşüncelerinizi, tutunduğunuz kimlikleri bir kenara bırakmanız gerekir. Kadın kimliğinizi, eğitimli kimliğinizi, mağdur kimliğiniz... Her ne kadar varsa. Çünkü zihin mevcut fikirleri koruma üzerine koşullanmıştır, yeni bir fikir zihin için bir tehdittir. Bu sebeple küçücük bir konu bile olsa haklı çıkmaya çalışır ve fikrimizi değiştirmek istememe eğilimde oluruz.


Şiddetin temelinde yatan şey; ayrımlar ve bölünmelerdir... Dualite veya ikiliktir... 

İnsan zihninin çalışma prensibidir bu. 'Ben' olmak için başkalarına ihtiyacı vardır, bir şeyi iyi diye tanımlaması için kötüyü tanımlamasına... Dikkat ederseniz çocukken bile eğitimler karşıt kavramlarla verilir; ince-kalın, kısa-uzun gibi...
Bölünmeyi ne oluşturur? Zihindeki bölünmeyi düşüncelerimiz oluşturur. Düşünceler neyle beslenir? Geçmiş bilgilerimizden ve deneyimlerimizden... Kısacası aile, okul ve çevremizden alırız tüm düşünce kalıplarımızı. Bilgilerimiz de, deneyimlerimiz de geçmiş kaynaklıdır ve dolayısıyla sınırlıdır ve koşullandırılmıştır. İdeolojiler, din, ırk ve kültürel normlar bu koşullanmanın içeriğini belirler. Ya kabul edersiniz ya da tam tersi reddedip karşı çıkarsınız ama durum fark etmez; koşullanmanın bir tarafısınızdır; bu mıknatısın her hangi bir kutbunu seçmek gibidir... Ayrımın bir parçasınızdır; dışarıdan nasıl gözüktüğünün çok fazla bir önemi yoktur. 
Neden mi? 

Çünkü zihin kendine bir kimlik yaratıp, bu kimliğe güvenli bir liman bulup hayatta kalmaya çalışır; tüm ayrımın kaynağı budur... Ancak bireysellik bir illüzyondur. 
Carl Jung’un ilk defa ortaya attığı gibi kolektif bilinç insanlığı çok derinden etkilemektedir. Yüzeyde görünen sadece kolektif bilincin bir yansımasıdır. Yüzeyde görünen, bireysel ve bencil zihinlerin yorumlamasıdır... Bireysel zihin bütünün bir parçası olduğunu bilmez, o öleceğinin farkındadır ve bu ölüm korkusu onu yer bitirir; ayrımlar, arzular, yarattığı imgeler onu hayata bağlar...

Her şeyin kökenine inecek olursanız, en derinde bir yerde korkuyu bulursunuz. Bu korku, tüm şiddete sebep olan ayrımcılığı, imgelemeyi destekleyen temel güç olarak yönetir çoğumuzu...
Korkunun tersi nedir? Güvenlik mi? Güvenlik arayışı mı? İşte bu mıknatısın diğer yönü ve ikiliğin başlangıç noktası...
Korkunun tersi sevgidir...
Dünyamız bizim bir yansımamızdır. Çözüm korkuyu görüp anlayıp yerine sevgiyi koymaktadır. Bütünlüğü sevmek ve ona güvenmek... Kendimizi olduğu gibi kabul edip tüm yanlarımızla sevmek... Gerçekte kim olduğumuzu fark etmek... Sevgi, bizi birbirimize bağlayan tek ve gerçek duygudur, ama gerçek sevgi zihnin ötesinde bir kavramdır, ancak kalp yoluyla, sezgilerimizle ulaşacağımız bir şeydir bu. Koşullanmış zihinlerimizin farkına varıp onun sesinin azaldığında duyacağımız bir ses...

Bunu yapmak için tarafsız bir bakışa sahip olmalıyız, zihni bir kenara bırakmalıyız. Bunu yapabilmek için zihnimizin düşünce kalıplarını gözlemlemeliyiz. Bunların farkına varırsak, onlarla bütünleşmeyi bırakırız. Bu da bizi özgür yapar.
“Özgürlük her istediğimizi yapmak değildir; özgürlük koşullanmış zihinden bağımsız olmaktır.”