27 Ocak 2017 Cuma

Why Him?


Ah nerede o eski, güzel günler?..
Özellikle kırklı yaşlarda başlayan ve daha sonrasında dozajı artan bir geçmişe özlem... Keşke hep o eski güzel kalsaydı, değişmeseydi. Eski günlere özlemin kaynağında ‘bilinen ve tanınanın verdiği güven’ yatıyor. Biz farkında olmasak da her an her şey değişiyor. Bir süre sonra sistemimizdeki eşik aşıldığında, değişimin farkına varıyoruz.

Özellikle de küçük kızımız büyüyüp bir erkek ile ilişkiye başladığında veya evlenme çağına vardığında... O zaman bir anda kızımızın, başka bir erkeğin eşi olma ihtimalinin geldiğini bir anda görmeye başlıyoruz. Ne zaman büyüdü çocuğumuz? Ne zaman analog dünyamız, dijitale döndü? Geleneksel iletişim kanalları sosyal medya ile yer değiştirdi?..


Why Him? filminin ana kahramanları, sevgilisini ailesi ile tanıştırmak isteyen Stephanie ve babası Ned...

Bir parça babasının kızı izlenimini veren Steph, babasının güzel özelliklerini taşıyan, kendinden yaşça büyük Laird ile ilişki içindedir. Bu benzerlikleri görmek oldukça zordur; özellikle de babası için... Steph için rekabete başlayan Laird ve Ned, Steph’i zor duruma düşürürken, onun isteklerini göz ardı etmeye başlar.


Laird’in tüm tuhaflıklarına alışmaya çalışan aile, birdenbire, aile fertlerinin birbirleriyle yüzleştikleri bir durumda bulur kendini... Tüm meseleler açıklıkla dile geldiğinde çözüm de ortaya çıkar. Değişimi kabul eden baba, kendi işinde de, oğlunu dinlemeye başlar. Eskinin ve yeninin sinerjisi ile bambaşka iş modelleri çıkar...

Eskileri tecrübeleri ile yeninin yaratıcılığı ve hayat doluluğu birleştiğinde, bilgelik ortaya çıkar... Aile dinamikleri ise başka bir bahara kalır...

17 Ocak 2017 Salı

Babasının Kızları


Kız çocuklarının ilk flörtü babalarıdır. Bu masum ilişki, kızlar için erkeklerle olan ilişkinin güvenli bir provasıdır sanki. Öte yandan bu baba-kız yakınlığı ergenlik döneminde, kızın annesine doğru hareketi ile değişmelidir. Bu babasını sevmeyecek anlamına gelmez. Kadın olmak için gereken bu hareket, belli dinamikler yüzünden kesintiye uğrayabilir. Anne, bir şekilde fiziken veya ruhsal olarak mevcut olmayabilir. Belki de, doğum sırasında anne ile kurulması gereken bağ hiç kurulmamıştır. Diğer bir olasılık ise, baba ile özdeşleşmenin çok yoğun olması olabilir. Çocuk, bir anlamda “bunu senin için” veya “senin yerine” yapıyorum demektedir. Tüm bu anlatılanlar, bilinçaltı bir seviyede işlemektedir. Babası erkenden vefat etmiş veya çok uzakta olabilir... Özdeşleşme için mekanın uzak olması fark etmez.

Babasına fazla düşkün kızlar, ömürleri boyunca, bilinçaltından gelen bir güdü ile babalarını ararlar... Bu da bir sürü başarısız ilişkiyi peşinde getirir. Baba, çocuğa "güven" vermelidir, kendi ilişkilerinde güvenilir olsun ki, kız da diğer erkeklere güvenebilsin. Baba ile bu sağlıklı ilişki kurulduktan sonra, kızın "kadın" olabilmesi için anneye olan harekete ihtiyacı vardır... Ergenliğinde annesine yürüyen kız, kadın olmayı ondan öğrenir. Her iki ebeveyninden yeteri kadar beslenen kız, artık sağlıklı ilişkiye hazır hale gelebilir...

Anne ve babadan ayrılmak, hayata doğru gitmek çocuğun elindedir. Suya atlamadan yüzmeyi öğrenemez. Dilediği zaman onlardan yine alabileceğini bilmenin güveni ile bilinmeyen hayatın hediyelerini almaya doğru yola çıkar...

15 Ocak 2017 Pazar

Hipokrat


Her geçen gün, insanlığın kendi kendine yarattığı sistemin yan etkilerini daha fazla hissediyoruz. Bu sisteme göre, hayatta kalmak için eğitim görmeliyiz. Rekabete ve ezbere dayalı olan eğitim için üstlenilen maddi ve manevi yük, hayatı yaşamamıza engel oluyor. Hayat hakkında bir anlayış geliştirdiğimiz de söylenemez... Tüm bunlar yetmezmiş gibi, mezun olanları, okuldan daha da sert bir rekabet bekliyor. Çalıştıkları yerin değerleri ile kendi kişisel değerleri arasında ortak yönler bulanlar şanslı sayılırken; çoğu çalışan oyunun kurallarına uyarak gerekli kimlikleri kendilerine ediniyorlar. Derken, çocukken atılan tohumlar, stres, bağımlılıklar, mutsuzluk, hırs ve en sonunda da hastalıklar olarak meyvelerini vermeye başlıyor.

Doktorlar, bu durumdan belki de en çok etkilenen grup... Zorlu ve uzun eğitim sürecinden sonra; hem bir işletmenin çalışanı oluyorlar, hem de sağlıkları ile ilgili kendilerine gelenlere Hipokrat yemini ışığında kararlar vermeye çalışıyorlar. Hele bir de çalıştıkları hastane, bir ticarethaneye dönmüşse; kar-vicdan-bilgi üçgeninde sıkışıp kalıyorlar. Bilgi diyorum, lakin doktorlar ne öğreniyorlar? Okulda beden ve hastalıklarla ilgili bir çok şey...
Bu aşamada iki önemli soru ortaya çıkıyor? (1) Biz sadece beden miyiz? (2) Hastalıkların sebepleri psikolojik veya ruhsal mıdır? Bu iki soruya da cevap vermek, çok büyük anlayış gerektirmekte... Bunlar da genellikle bilimin konusu değil... Genel olarak bakacak olursak, çoğu geleneksel tıp, ağırlıklı olarak semptomlarla ilgileniyor ve yine çok yoğun bir şekilde ilaç ve ameliyat yolu ile hastalığı yok etmek veya semptomlarını azaltmaya çalışıyor.

Hipokrat isimli film, babasının hastanesinde çalışmaya başlayan genç doktorun etrafında dönüyor. Boş yatak maliyetinin, hastalarla karşılaştırılan hastanede, yabancı uyruklu stajyerlerin diğer sorunları konu ediliyor.


Tüm bu sorunların yanında, çok daha önemli bir karar ile karşı karşıya kalır genç doktorumuz... Ölmek üzere olan yaşlı bir hasta büyük acı içindedir. Tedavisi mümkün olmayan hasta, artık bu dünyaya veda edeceğinin farkındadır. Bir gece nöbeti sırasında kalbi durur ve bir ekip onu tekrardan hayata döndürmek için çalışmaya başlar. Hastanın ailesi bile artık onun acılarının son bulmasını dilerler... Bu durumda, hastanın durumuna müdahale edip onun bedenini yaşama geri döndürmeye mi çalışmalıdır?

Ezbere cevap vermeden önce, bu durumu iyice hissedersek, kendimizi hastanın veya ailesinin yerine koyarsak, cevabının o kadar bariz olmadığı ortaya çıkar. Kimilerinin Tanrı Sendromu dedikleri bu durum da bazen doktorların karşı karşıya kaldıkları zorlayıcı durumlardan biridir. Vicdan – ahlaki kurallar – yasa – hastane kuralları arasında sıkışabilirler... Aslında kendilerinden çok büyük bir güç devrededir ve siz, o dinamiğin bir parçası oluyorsunuz; bu basit düşünce kalıpları ile çözülebilecek bir mesele olmaktan çok uzaktır...

Bir yandan, bu çok zor meslek dalında çalışan doktorlara minnet duyarken, öte yandan daha bütünsel bir yaklaşımın, bir insanın sadece beden değil; beden ve ruhtan oluştuğunu gören, bireylerin ataları ile ilgili olduğunu kavrayan bir anlayışın yaygınlaşması gerektiği aşikardır. Bu konuda bir çok bilimsel araştırma da, başta psikoloji olmak üzere bir sürü veri sağlamaktadır... Hepimiz en az üç nesilden taşıdıklarımızla hayata gelmekteyiz. Bu dinamikleri anlayan bir tıp, hayatı kavramamızı ve daha dolu yaşamamızı sağlayabilir...

10 Ocak 2017 Salı

The Meddler


Hepimizin bir annesi ve bir babası vardır. Bu herkes için doğrudur. Babamızı veya annemizi hiç tanımasak da, bu gerçek değişmez. Hepimizin anne ve babası elinden gelenin en iyisini yapmışlar, ve görevlerini yerine getirmiş; bize hayat vermişlerdir.

Elbette ki ruhani boyutta, hepimiz aynı kaynaktan gelip, oraya döneceğiz. Ancak, bu boyutta, yaşadığımız Dünya’da bize yaşam enerjisini annemiz verir; bu enerjiye yön veren kişi de babamızdır. Sağlıklı bir bağ ile anne ve babamızdan alabildiğimiz sürece, yaşam bize akar ve bu akışta güven dolu oluruz.

Sağlıklı bağdan anlatılmak istenen nedir? Ebeveyn ve çocuklar arasındaki bağ hiçbir zaman yok olmaz. Bir bebek, bir aileye evlatlık verilse ve bundan haberi olmasa bile, bir sabah gerçek anne ve babasını arama isteği ile uyanabilir. Bu bağ anne veya baba erkenden bu dünyadan gitse bile devam eder. Bu bağı sağlıklı yapan ise mesafedir... İki kişi arasında görünmez bir yay olduğunu hayal edelim. İki kişi birbirine çok yakınsa, yay sıkışmaya ve rahatsız etmeye başlar. Öte yandan, kişiler birbirine uzak duruyorlarsa veya araları bozuksa, yay çok gerilir ve kişileri birbirine doğru çekmeye başlar...


The Meddler (Türkçesi: Her şeye burnunu sokan kişi) filminin kahramanları, kocasını iki yıl önce kaybetmiş Marnie ve kızı Lori’dir. Marnie, tek başına yaşamaya başladıktan sonra kendisine yeni bir hobi bulur; kızı... Onun her şeyine karışmaya, arkadaşları ile buluşmaya, devamlı onunla olmaya başlar. Kızının eski erkek arkadaşı ile aralarını yapmaya bile kalkışır.

Muhtemelen “babasının kızı” olan Lori ise babasını çok özlemektedir. Ancak bir kız çocuğunun ‘kadın’ olabilmesi için annesi ile sağlıklı bağlar içinde olması gerekir. Bu onunla ne çok yakın olmak ne de ondan rahatsız olmaktır. Çok ince bir çizgidir bu... Lori bu sınırı çizmenin zorluğunu yaşar. Doğal olarak başarılı bir ilişki grafiği de yoktur...


Marnie ve Lori birbirlerine içlerini döktükçe aralarındaki ilişki sağlıklı bir hal almaya başlar. Marnie, eşi ile vedalaşır; Lori ise Marnie’nin kızı olduğunu hatırlar...

Hepimizin anne ve babası, kendimiz için en doğru anne ve babadır. Biz de onlar için en doğru evladızdır ve bunun için hiç bir şey yapmamıza gerek yoktur... Ne yaşamış olursak olalım, şu anda buradaysak geçmişte olan olaylar sayesindedir. Her şey olması gerektiği gibi olmuştur. Bundan sonra yaşayacağımız anların keyfi ve huzuru, geçmiş ile ne kadar barışık olduğumuzla ilgilidir. Bu da geçmiş hakkında geliştireceğimiz anlayış ile mümkün olur...

9 Ocak 2017 Pazartesi

Alkışlarla Yaşıyorum...


“Alkışlarla yaşıyorum” demiş Zeki Müren... Biz de pek severiz; alkışlamayı da, taşlamayı da... Öte yandan, yaptığımız her davranışın arkasında olup bitene bakıyor muyuz? Yoksa ezbere mi hareket ediyoruz... Kendimize göre oluşturulmuş doğru ve yanlışların perdesinde, bize biçilen rolü mü oynuyoruz? Yermek de, takdir etmek de o kişiyi eleştirmek değil midir?

Bir insanı alkışlayarak, ona zarar veriyor olabilir miyiz?..

Hepimiz öğrendiğiniz kalıplarla yaşamaya alışıyoruz. Beyin için bu verimli yaşamak. Yani çok sorgulamadığında, beyin alıştığı ne varsa, daha az enerji harcayarak yapıyor. Öte yandan, toplumsal uyum denilen hayatta kalma mekanizması, bizi ailenin, çevrenin ve toplumun kurallarına ve doğrularına göre yaşamaya eğilimli kılıyor. Tüm filtrelerin üzerine, bir de kişisel kimliklerimizin algılama şekli devreye girince, derinlemesine sorgulanmadan yapılan yargılamalar ortaya çıkıyor.

Alkışlamak da "olumlu bir yargı"dır. Bize göre o kişi alkışı hak ediyordur. Ancak o kişinin iç dünyasında neler oluyor, bununla kimse ilgilenmez. Tebriğimizle o kadar meşgulüzdür ki, tebrik edecek bir şey bulduğumuza göre, bizden biridir o... Ayrıca, birini tebrik ediyorsak, bir o kadar da tevazu sahibiyizdir. Fakat belki de en önemlisi biri yaptıysa, bir umut vardır. Belki bir gün biz de yaparız, bizim çocuk da yapar, eşim de yapar...

Umut da kendi içinde varsayım ve beklenti içerir... Varsayımlar hava uçuşurken, tebrikleri kabul eden kişi ise hiçbir şeyden habersiz mutluluk içindedir... "Doğru yoldayım" der kendi kendine... Belki de sadece birini memnun etmek için yapıyordur bunu... Bu kişi yakınlarda da olabilir, içinde de...


Bir ihtimal de, hiç sevmeden yapılan bir iş tebrik alıyorsa, yapılan şeyde devam etmek doğru gibi gözükür. Bazen de kişinin kendi bile bilmiyordur neden yaptığını... Aile dinamiklerinin etkisi midir, içindeki sevilmeyi ve görülmeyi arzu eden parçası mıdır?.. Bilinmez...

Deneyimleri alkışlarız genellikle, oluşları değil...  Zamana tabi olan deneyimleri takdir ederiz genelde; belli bir şey elde edilmiştir; iyi bir not, bir terfi, mezuniyet... İster istemez alkış alan kişi bu deneyim veya ödül ile alkış alıyorsa, bir sonraki adımı düşünmek zorunda kalır: “Daha ne yapabilirim?” Olmaktan ziyade, yapmaya meyilli oyuncaklara döneriz bir süre sonra...


Sonra bir dış ses seslenir: "Bu nedir yahu? Önemli, olumlu şeyleri de mi tebrik edemeyeceğiz? Her şeyi sorgula, nereye kadar?"...

2 Ocak 2017 Pazartesi

The Light Between Oceans


“Bir kadın hamile kaldıysa, artık annedir.” [Bert Hellinger]

Her ne sebeple olsun, doğmadan kaybedilen bebekler, aile sisteminde oldukça önemlidir. Genellikle, bu bebeklerin bir ismi veya mezarı yoktur. Bir ölünün ardından tutulan doğal yas sürecinin yerine, kendini ve başkasını suçlama, gizleme ve unutmaya çalışma vardır. Özellikle de, geleneksel toplumlarda fazlaca konuşulmadan örtbas edilir.

Sırlar ise aile sisteminde sıkıntı yaratır ve bir anlamda dışlanmış ve görülmeyen bu aile bireyleri, daha sonraki nesiller tarafından temsil edilirler. Çoğu zaman anne ve babanın da bu olaydan dolayı bilinçaltı seviyede arası açılabilir.

The Light Between Oceans adlı film, Janus isimli ıssız bir adada Deniz Feneri görevlisi olarak çalışan Tom ve eşi Isabel'in hikayesini konu alıyor. Oldukça mutlu olan çift, çocuk sahibi olmaya çalışır. İlk bebek düşer, ona bir mezar yaparlar. Isabel ise kendini suçlamaktadır. İkinci bebeğin de kaderi kardeşininkinden farklı olmaz. Derken, inanılmaz bir olay gerçekleşir... Ölü bir adamın ve bir kız bebeğin içinde olduğu bir kayık adaya vurur... Isabel, Tom’un tüm karşı çıkmalarına karşın, olayı saklayıp, kızı ikinci hamileliğinden doğmuş gibi gösterir.


Filmde başka bir hikaye daha vardır. Zengin bir babanın kızı olan Avustralya’lı Hannah, bir Alman’a aşık olur ve onunla evlenmek ister. Almanların savaşta yaptıklarına kızan yöre halkı hıncını bu Alman gençten (Frank) almak ister. Hannah, babasının itirazına rağmen Frank ile evlenir ve küçük bir kızları olur. Bir gün Frank, bu baskılara dayanamaz ve bebeği aldığı gibi bir kayığa atlar ve denize açılır... Bir daha geri gelmez...

Kızın gerçek annesi ortaya çıktığında, işler sarpa sarmaya başlar. Tom tüm suçu üstlenir... Belki de savaş sırasında öldürdüğü kişilerin kefaretini ödemektedir... Yüzeydeki olayların ötesine baktığımızda, her olayın, her karşılaşmanın, görülmeyen, derin bir seviyede bir anlamı vardır... Sırlar ortaya çıktığında, görmek ve bakmak istemediğimiz gerçeklerle yüzleşildiğinde hem sistem rahatlar hem de sisteme ait bireyler...