28 Mayıs 2017 Pazar

Chronic


Bazılarımız devamlı birilerine yardım etmek ister. Bu isteğe karşı koyamazlar. Hatta kimileri hayatlarını böyle kazanır. Bazılarımız ise belli bir olaydan sonra böyle bir yolu tercih eder. Özellikler bir hastalıktan kurtulduktan sonra... O hastalıkla ilgili vakıf veya yardım kuruluşlarında görev yaparlar. Bazen de, bizim için önemli birini kaybettikten sonra böyle bir eğilime gireriz. Belki de aile geçmişimizde böyle bir kayıp vardır...

Chronic filminin kahramanı David erkek bir hemşire olur ve ölüme yakın hastalar ile çalışır. Kızı ise Tıp okumaktadır. David, oğlu Dan öldükten sonra eşinden boşanır ve kızı Nadia ile uzak bir ilişkisi vardır. David’in en önemli özelliklerinden biri, baktığı kişiler ile – yüzeyde fazla belli olmasa da – kurduğu yoğun empatidir. Görevini bir profesyonellik ve soğuk kanlılıkla yaparken, fazladan onlara yardım eder ve onların derdini anlar gözükmektedir...

Kendisi artık yaşamda yok gibidir... Koşmak dışında yaptığı pek fazla bir şey yoktur. Derinde takip etmek istediği oğlunu vardır ve bu kader onu beklemektedir...

Yardım etmek kavramı üzerinde düşünülmeden ve ardında yatan derin nedenler anlaşılmadan yapıldığında oldukça tehlikelidir. Çünkü yüzeyse siz kendinizi yardımsever olarak yorumlarken, çevrenizdekiler de sizi takdir edecektir. Bunun altında yatan dinamiği hiç görmek her zaman kolay değildir.


Peki yardım etmenin nesi kötü olabilir? Daha doğrusu nasıl yanlış bir şekilde yardım edilir?

Ebeveyn-Çocuk İlişkisi
En tipik dinamiklerden birisi, yardım edenin ebeveyn rolüne bürünmesi ve alanın da çocuk olarak kalmasıdır. Derindeki sebep; sevgi arayışı olabilir, birini kurtarmak olabilir, suçluluğa karşı bir kefaret olabilir veya görülme/takdir edilme ihtiyacı olabilir... Hiç fark etmez; devamlı yardım ettiğimizi sandığımız kişinin veya kişilerin ebeveyni konumuna geliriz. Bu durum, iki tarafın da yetişkin olmasını engeller. Eğer yaşına basmak üzere bir çocuğa düşmemesi için devamlı yardım edersek, çocuk hiç bir zaman yürümeyi öğrenemez... Bazen yardım, sadece hiç bir şey yapmadan beklemektir...

Alma-Verme Dengesi
Genellikle yardım eden kişiler almakta zorlanırlar. Sadece verdiklerinde ise tükenmeye başlarlar... Arkadaşlar, sevgililer, eşler ve iş ortakları arasında olması gereken alma-verme dengesi aşırı yardım etme ihtiyacı ile bozulabilir...

Yardım Edenin Gururu
Bazı durumlarda ise yardım eden, bunu kendini yücelterek yapar... Bilinçaltında veya bilinçli bir şekilde “Ben senden daha üstünüm, daha zenginim, daha bilgiliyim, daha soyluyum...” yatar. Bu tür bir yardım hepimizin eşit var olma hakkına saygısızlık etmektir.


Yardım Etme Sanatı
Öte yandan gerçekten, sevgi, şefkat ve saygı içerisinde diğerlerine katkı olabiliriz. Bunun için öncelikle şu soruları sormalıyız:
·        Yardım etmek mümkün mü?
·        Yardım etmek uygun mu?

Yardım alacak kişi buna gönüllü olmalıdır ve bunu bir çocuk gibi değil, bir yetişkin gibi istemelidir. Örneğin; bir yetişkin borç para istemek yerine, para kazanacağı bir iş ister...

Tüm bu koşullar sağlanırsa dikkat edilmesi gerekenler şunlardır:
1.      Yardım eden elinde olan bir şeyi vermelidir. Bilmediği veya anlamadığı bir alanda yardım ediyormuş gibi yapmamalıdır. 
2.      Her iki tarafından büyümesine imkan veren bir süreç olmalıdır.
3.      Her iki tarafın yetişkin rollerini bırakmaması gerekir.
4.      Hikayedeki herkese kalpleri açılması gerekir...

Reddettiğimiz kişileri, yönlerimizi görüp, gönlümüzde yer açtığımızda büyümeye başlarız. Bu sebeple yardım eden taraf tutmamalı ve ön-yargılardan bağımsız olmalıdır. Yardım isteyenin kaderine saygı göstermek acımanın önüne geçer. Acımak, kadere karşı savaş açmaktır... Yardımcı çözüm aramamalıdır; çözüm, sevgimizin herkesi içine aldığında gerçekleşir...

Yardım eden cesur değildir. Stratejik bir şekilde hareket edendir. Sabırla bekleyen, sadece yeri geldiğinde müdahalede bulunandır... Yardım gerçekleştiğinde ve her şey bittiğinde, çoktan alanı terk edendir... Zafer kutlamaları önemli değildir onun için... Çünkü başka bir şey kazanmıştır; içinde bulunduğu güçlerin derin anlayışını...

27 Mayıs 2017 Cumartesi

İş Yerinde Huzur


İnsanlık tarım ağırlıklı hayatı bırakıp endüstriyel devrimle ortaya çıkan devasa firmalar için çalışmaya başladığından beri önemli bir önemli bir problem karşı karşıya... Rekabetin artması ile sıkıntı büyümeye devam ediyor:
Çalışanların çok büyük bir çoğunluğu iş yerinde mutsuz, tatminsiz ve stres altında...
Bu mutsuzluk ve stresin altındaki sebepler ne olabilir? Daha mutlu ve huzurlu bir çalışma hayatı için çalışan ve işverenlere – liderlere – düşen anlayış ve davranışlar neler olabilir?

Şirketler ve Kabileler
İnsan davranışlarını anlamak için evrim sürecini anlamak gerekiyor. Duygu ve düşüncelerimizin, alışkanlıklarımızın kaynağı olan beynimiz, yaklaşık 300,000 yıllık kıtlık ve tehlike dolu bir ortamın hakim olduğu bir dünyada yaşamak için yoğrulmuş bir yapıya sahip. Beynimizin en genç kısmı olan Neo Korteks bile yaklaşık bildiğimiz tarihten çok daha yaşlı... Güvensiz bir ortam da ise devreye giren kısımlar beynimizin daha yaşlı parçaları olan Limbik Sistem ve Sürüngen Beyin... Amaçları ise bedeni hayatta tutmak. Güvensiz bir iş ortamında devreye mantık veya sağduyudan ziyade duygularımız girmesinin sebebi tamamen biyolojiktir.

Öte yandan, bireysel olarak hayatta kalma şansı az olan ilkel insan, ancak kabile halinde yaşayarak hayatta kalmış. Bu sebeple, kolektif çalışma ve bir kabileye ait olmak olmak hayatta kalmak için en önemli iki faktör...
İlkel zamanların kabileleri, bugün kurumları ve ailelerini oluşturuyor.

Bugün için herhangi bir kurum, sadakat ve memnuniyet oranı yüksek bir takım oluşturmayı hedefliyorsa, kabile dinamiklerini bilmek zorunda. Kabileyi bir arada tutan ortak amaçları ve o kabile içindeki değerler... Amaç ve değerler ise kültürü oluşturuyor. Öncelikle hem şirketler hem de çalışanlar gerçek amaçlarına bakmalı... Ortak amaç, benzer değerler ile süslendiğinde enerjisi sınırsız bir takım çıkacaktır ortaya!

Güçlü bir kabile liderinin özellikleri de, ebeveyn özellikleri ile örtüşmelidir. Lider, yeri geldiğinde öğreten, gösteren, örnek olan bir kişi olurken, yeri geldiğinde yetki veren, alan açan, sadece destek olan ve en önemlisi – güven veren – birisi olmalıdır. Hiç bir ebeveyn işler biraz kötü gidiyor diye çocuklarını evden atmayı aklına getirmez. Sorunları beraberce çözmeye çalışır. Sonuç olarak, kendimizi güvende hissetmediğimiz bir ortamda nasıl rahat hareket eder ve verimli olabiliriz? Nasıl yapılması gerekenleri yapma, söylenmesi gerekenleri söyleme cesaretine sahip oluruz?

Lider sorunlarda gruptan ayrı ve farklı davranmadığında, şirket içerisindeki dere-beylikleri de oluşmayacaktır. Güven ortamı söyleyerek değil, yaparak ve olarak verilebilir... Bu bizim genlerimize kazınmış olan aidiyet ihtiyacımızı tatmin edecektir.

Başarı Tanımı
Kurumların ve hatta bizlerin başarı tanımını gözden geçirmemiz önemli bir adımdır. Başarı – sonuç ne olursa olsun – bir amaç değil, bir yan ürün olmalıdır. Güvenli bir ortamda, kendini ortak bir amaca adamış, takım ait hisseden bir takım mutlu, sadık ve memnundur. Böyle bir takımın başarısız olma şansı yoktur. Öte yandan benzer bir ilişki müşteriler ile de kurulmalıdır. Müşteriler de şirketin nedenini anlarsa, o ürün kullanırlar. Başarı sadece rakam ve unvan olursa, asıl yapılması gereken doğrular yerine kısa vadeli hedefleri tutturmak için her şeyi yapabilecek insan ordusu yaratırız...


Öte yandan, şirketler büyüdükçe birbirinden pek da bir farkı olmayan ürünler satmaya devam ettikçe, şirketin hayatta kalmasının tek kriteri satış rakamları ve mümkün olan en düşük maliyettir. Maliyetin içinde ise çalışanlar da vardır... Burada yapılan kısıntılar, mutsuzluğu, iş gücündeki verimi düşürür ve kurum bir kısır döngüye girer...

Diğer bir önemli konu ise, kurumların devasa hale gelmesidir. Çalışanların sayısı arttıkça soyutlama problemi ortaya çıkar. Stalin şöyle demiştir: “Bir kişinin ölüm trajedidir, milyonların ölümü ise istatistiktir.” Ufak bir mağazada yıllardır çalışan birini işten çıkarmak son derece zordur. Ancak sık sık kulağımızda gelen haberleri hatırlayalım: “X firması global küçülme kararı aldı; çalışanların %10’u işten çıkarılacak...” Bu haber bizi diğer hikaye kadar etkilemez... Çoğu zaman %10, binlerce insan ve onların aileleri demektir...

İdeal olan her bir birimin insan sayısını 100-150 civarında tutmaktır. Bu bir kabile için evrimsel olarak ortaya çıkmış, ideal aralıktır. Aynı zaman bu rakam gerçekten herkesin birbirini tanıyıp oluşturabileceği sosyal grup sayısı... Kurum bu rakamı aştığında ikinci bir kabilenin oluşacağını ve ayrı bir şekilde yönetilmesi gerektiği göz önünde bulundurulmalıdır.

İş Hayatı ve Bireysel Sistemimiz
Bazen bakarız ve görürüz ki, hiç bir şirket veya müdürlerimiz, iş arkadaşlarımız yukarıda anlatılan gibi tanımlara uymuyor ve biz de sürekli iş değiştirmeye devam ediyoruz... Veya kendimizi çaresiz ve mecbur hissedip, hiç istemediğimizde bir işte çalışmaya devam ediyoruz. İş değiştirsek de, değiştirmesek de hep aynı kader bizi takip ediyor. Bu noktada içe dönüp bakmalıyız. Dış dünyamız iç dünyamızın bir yansıması... Bu durum hep özel hem de iş hayatımız için geçerli. Hepimiz dünyada geldiğimiz ailemiz ve onların atalarının oluşturduğu sisteme bağlıyızdır. Bilsek bilmesek de çocukluğumuzdan veya aile sistemimizden gelen dinamikleri iş ve özel hayatımızı etkiler. Psikolojik olarak anne ve babamızdan özgürleşememiş bir çocuk gibiysek, bize çocuk gibi davranacak kişileri hayatımıza çekiyor olabiliriz. Ailemizde kurtarılmaya muhtaç biri varsa, biz de hep birine yardım etmek istiyor ve hatta yardım ve hizmetin ağırlıklı olduğu işleri seçiyor olabiliriz...

Her ne kadar bu çalışmaları yapmak yüzeydeki hikayelerimizle vedalaşmamızı gerektirse de, iyi haber şudur: Tüm bu dinamikleri fark etmek, ve kalıcı bir anlayışla olanı kavramak, bizi bu etkilerden özgürleştirir.


Sonuç
İç dinamiklerimizi anladığımızda, gerçekten kim olduğumuzu hatırlamaya başlarız. İşte bu aşamada sevdiğimiz, enerjimizin hiç azalmadığı işleri yapma eğiliminde oluruz. Daha büyük bir sistemin bir parçası olarak, keyif aldıklarımız bireysel olmaktan çıkmaya başlar. Kendiliğindenliğin hakim olduğu bir kabilenin içerisinde bulabiliriz kendimizi... Hiç bir şeyi kişisel algılamayan ve varsayımları bırakan berrak bir zihin ile hayatın keyfini huzur içinde yaşamaya başlarız... Başarı ve diğer kriterler ise sadece bir mahsul haline gelir; asıl olan yolculuğun kendisidir.

25 Mayıs 2017 Perşembe

Hayat ve Anlam

Evrende her şey iç içedir. Görebildiğimiz en ufak parçanın bile tüm sistemin içerisinde bir etkisi mutlaka vardır. Yaratılış çevremizde gördüğümüz her parçayı ve her şeyi mümkün kılar; bedenimizi, zihnimizi, ağaçları, rüzgarı ve tüm dünyayı...

Derinde tüm bu mekanizmayı yöneten işleyiş her zaman hareketli ve karmaşıktır – kaotiktir... Kaos teorisi bunu anlatmakta en yakın bakış açılarından biridir. Neden karmaşık veya kaotik? Bu durum, her şeye anlam bulmaya çalışan, nedensellik aşığı zihnimize karmaşık gelir... Öte taraftan baktığımızda ise buna “Düzen” de diyebiliriz.


Düzen hareketli ve dinamik olduğundan dolayı, her şey gelip geçer... Hiç bir şey kalıcı değildir. Hiç bir deneyim sonsuza kadar sürmez... Hayatımız da gelip geçecektir. Sabit kalmayan bir dünyada, hiç bir şey sahip olmak da mümkün değildir. Öte yandan sahip olmak, bir yere varmak amacıyla güdülenmiş zihin için bu son derece hayal kırıklığı yaratacak bir durumdur. Sadece yaşamak, zihin için yetersizdir. O sadece bir neden ve dolayısıyla bir hedef ile beslenir. Hedef hedefi kovalar ve bir de bakar ki hayat sona ermek üzeredir... Tüm bu çabalar sonucunda elde edilen maddi veya manevi başarılar anlamsızlaşmaya başlar. Belki sağlık elden gitmiştir... Belki de zaman...

Henüz hayatımız bitmeden, sadece oturup bakalım: Ne olursa olsun, zamanlamasını bilmesek de bu yaşam deneyimi bir gün bitecek... Tutunduğumuz olumlu-olumsuz ne varsa burada kalacak... O halde zihnimize baktığımızda çok temel bir çalışma prensibi görürüz.
Zihin geçmiş deneyimlere bakarak hayıflanır ve geçmişin gölgesinde gelecek endişelerini yansıtır...
Oysa ki, hiç düşünmeden sadece oturup baktığımızda fark ederiz ki, “şu an” olmayan hiç bir zaman diliminde yaşamadık. Zaman yolculuğu mümkün olmadığına göre, sadece geçmiş ve gelecek arasındaki aralıktayız hep...

Bilimsel olarak bakarsak, her şeyin farklı frekanslarda titreşen enerjiden oluştuğunu kavrayabiliriz. Kuantum fizikçileri için ‘madde ve konum’ kelimelerinin pek bir anlamı kalmamıştır; onlar için yeni kelimeler ‘enerji ve ilişkiler’dir.. Enerji için ışık kelimesini de kullanabiliriz. Hepimizin kendimize ait dünyası, bu ışığın kişisel perdede yarattığı film gibidir... Filmin yönetmeni olmak bir seçenektir; filmin içinde, perdenin üzerinde kendini “kişi” sanan oyuncu olmak diğer bir seçenektir...


Zihin perdede oyuncu gibidir. Zihnimiz çok aldatıcı olabilir. Ona çok fazla güvenmek ne kadar doğrudur? Zihin nedir? Zihin sürekli midir? Zihin hatıralar ve alışkanlıklar demetinden başka ne olabilir?  Tam bir hafta önce bu saatte ne yapıyordunuz? Ne hissediyorsunuz? Bunu hatırlamak imkansız gibidir... Hatıralar kesik kesiktir. Aynı zamanda hikayesel anılar ise beyin tarafından devamlı makyajlanır yani ufak değişikliklere uğrar. Kendimiz zihnimizde oluşan duygu ve düşünceler ile tanılıyorsak, gerçekten biz kimiz? Fasılalı yanıp sönen bir fener lambası mı, yoksa ölümden sonra da varlığını sürdürecek bir şey mi?

Hayat ancak özgür olduğumuzda yaşanabilir. Özgürleşme ise kendimize inandırdığımız fikirlerden, duygulardan kurtulduğumuzda mümkün olur. Zihin ile özdeşleşme bittiğinde özgür olabiliriz.  Zihnimizi gözlemlemeye başlayıp, gelip geçen düşüncelere cevap vermezsek, bir süre sonra onun sakinleşmeye başladığını görürüz... Kazanılan kalıcı anlayış, kim olduğumuzu hatırlamak için zemin hazırlayacak ve bir lütuf olan nefesi gerçekten içimize çekebileceğiz... 

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Arzularımız


Okulda başarılı olalım, sonra üniversiteye gidelim, kariyer sahibi olalım, evlenelim, sonra ev alalım, sonra miras bırakalım, sonra..? Dünyanın neresine gidersek gidelim, toplumların, düzenlerin, eğitimin, tüketimin birbirine benzer şekilde yürümeye başladığına şahit oluyoruz. İstisnai yerler hariç, hemen hemen herkesi hayat planı bu şekilde...

Asla hedefleri ile tatmin olmayacak ve rekabete göre şartlandırılmış zihinlerimizle arzularımızın peşinde koşuyoruz... Ya bunlar bize verilen planın içerisindekiler, ya da sonra eklediğimiz bireysel arzularımız. Arzuladıklarımız gerçekleşirse seviniyoruz anda genellikle bu sözde başarının raf ömrü fazla uzun olmuyor. Arzuladıklarımız gerçekleşmeyince umutsuzluğu kapılıyor, vazgeçiyoruz bekli de...

Arzular nasıl gerçekleşir?
Onu gerçekleştirmek bir enerji gerekir. Onun için yeterince istek duyduğumuzda ve onun için uğraştığımızda belli bir enerji koyarız. Bazen bu enerji yeterlidir, bazen değildir. İstenileni elde ettiğimizde ise, çok fazla enerji harcamış olabiliriz ve bu bizi yorgun ve hatta hasta edebilir. Hem fiziksel, hem de psikolojik olarak yıpranmış olabiliriz.


Arzular için daha zengin enerji kaynakları yok mu? Nasıl oluyor da bazı insanlar, bir bireyin yapamayacağı gibi gözüken sonuçlar elde edebiliyor? Hem olumlu hem de olumsuz gibi gözüken alanlarda... Gandhi ve Hitler örneğini düşünelim. İkisi de kendilerinden çok daha büyük bir hareketin öncüleri oldular. İkisinin ne gibi ortak özelliği olduğunu merak ediyor olabiliriz? Ancak bir çok ortak özellik var; azim, kararlılık, insanları etkileme yeteneği... En önemlisi, her ikisinin de kendini ortak amaca gönülden adamış olmaları... Bir neden ile yola çıkıldığında sürüngen beynimiz devreye girer ve bu neden bizim için de önemliyse o kişi ve kişileri takip ederiz. Birey olarak her zaman diğer insanlara bağlıyız, doğaya bağlıyız... Bu bağ sayesinde arzularımıza muazzam bir enerji kanalize olabilir...

Öte yandan Gandhi’nin en büyük farkı, onun nedeninin daha ulvi olmasıydı. İnsani ve doğaya saygılı yaklaşımı sonuçları yıkıcı olmaktan uzak tuttu. Bu sefer kalp ve zihin işbirliği içerisine girdi. Bu, ‘ulvi neden’ insanların çoğunluğunun iyiliğini gözetiyordu.

Neden?
Öncelikle nedenimizi belirlemeliyiz. Ezbere yaptığımız her şeyi, ezbere inandığımız her şeyi sorgulamak yapılacak ilk iş... Doğru olduğuna emin olduğumuz her şeyi sorguladığımızda, bazen işin aslının hiç de öyle olmadığını görmeye başlarız. Hayat planındaki üniversite olayını ele alalım. Nedir üniversite diploması? Belli başlı kitapları – ki genellikle eski ve uygulamaya fazla açık olmayan teorik kitaplardır – okuyup, o andaki öğretmenin verdiği sorulara cevap verdikten sonra elde edilen bir kağıt parçası... Kağıdı kim onaylıyor? Bir kurum... Kurum kim? Kim yönetiyor? Biz gerçekten bu işe uygun muyuz? Biz gerçekten pratik yapıp bir işe yaparak mı mezun oluyoruz? Kendimizi ifade edebiliyor muyuz? İnsanlarla çalışabiliyor muyuz?.. Gerçekten sorup ve cevapları yazalım, yazılı olduğunda zihnimiz bize fazlaca oyun oynayamaz... Tek başına ve dürüst bir çalışma gerektirir bu...


Yunus Emre’nin ‘ölmeden önce ölmek’ kavramıdır bu... Kendimizi tanımladığımız her şey bir anda yıkılmaya, erimeye başlar. Onun tabiri ile, kendini bilmeden ilim bilmek mümkün değildir. Belki de Anadolu’yu karış karış gezip, zihnimizde 86 milyar nöronu tek tek ziyaret etmek gerekecektir. Kendimizi bilmeden ezbere yaşanan hayattaki arzulara ne kadar enerji verebiliriz?.. Kendimiz olmayan tüm maskeleri fark edip onlardan kurtulduğumuzda içinde olduğumuz sistem olan insanlık ve dünya ile aramızdaki bağ tekrardan kurulur; bu bağ ile arzularımız yeniden şekillenirken, artık gereken enerji de bize hizmet etmek için hazırdır...

Hepimizin içinde Gandhi de vardır, Hitler de... Bireysel arzularımız da var, toplumdan, ailemizden taşıdıklarımız da... Bizi hapsedecek arzular da var, bizi özgürleştirecek olanlar da... Zihni gözlemleyerek onu sürücü koltuğundan kaldırıp, olması gerektiği yere yani kaputun altına gönderebiliriz. Zihnin içindeki tüm parçalar, tüm haller bütünleştiğinde aynı uyum içinde yol alabiliriz...


Yunus Emre’nin hocası Taptuk Emre:
"Nefsini yere at, onu ayaklarının altında ez. İşte o zaman sen olacaksın, yolunu bulacaksın. Dervişlik yolu hem zor hem kolaydır, hem uzak hem yakındır. Dervişlik yolundaki ilk söz teslim olmaktır.  
Tüm geçmişini getir gözünün önüne... Kimsin sen? İçindeki ışıkla bakmadan gör, o zaman tüm perdeler, engeller kalkacaktır varlığının önündeki. Kimsin sen? Bu alemde aldıkların ve yiyebildiklerin taşıyabileceğin kadardır. Kainat da senin olsa sen bir hiçsin… Önce nefsini, kendini yok etmelisin. Sevmeyi, görmeyi bilmeden önce kendini yok etmelisin. Her şey kulakla duyulmaz, her şey gözle görülmez. Bazı şeyler vardır ki gönülde görülür, kalbin ışığıyla baktığımızda belirir. Hiç uzağa bakma, bir insana baktın mı tüm insanlığı görürsün. Her insanda insanlığın tüm halleri vardır."

14 Mayıs 2017 Pazar

Ötesine Bakmak


Dünyada herkesin bir annesi var. Annelerin kendi anneleri... Onların anneleri... Yeterince geriye gittiğimizde karşımıza Havva Anne çıkacaktır. Daha da geriye gittiğimizde ise Yaradan... Ta oralardan; Havva Anne'nin gözünden bugünkü Dünyaya ve zamana baktığımızda ise kavga eden kardeşlerden başka ne görebiliriz?..

Tüm olaylar, kişiler ve hatta doğal afetler... Hepsinin ötesine, daha da ötesine baktığımızda Yaradan’ı buluruz. Peki ya Yaradan’ın gözünden bakmak? Sadece hayal edin... Tüm Evren’i ve yaşamış veya yaşayan her canlıyı, her insanı yaratmış, zamansız olan olarak baktığınızı hayal edin. Belki de içinizden şu cümleler çıkacak:
“Hepinizi ben yarattım ve hepinizi seviyorum. Ben eninde sonunda bağışlayanım. Her şey bittiğinde bana kavuşacaksınız... Size hediye ettiğim dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değil...”
Son derece kaderci olup bu dünyayı bırakmak mı?.. Fazlasıyla önemseyip devamlı mücadele edip, çabalamak mı?.. Her iki kutupta olmamak için şu an var olduğumuz dünyaya belki de daha iyi anlamalıyız...

Evrende yaratılan her şey sistemler halinde hareket etmektedir. Her minik sistem bir büyüğüne bağlıdır. Hepsi tek büyük bir sistemde birleşir. Her sistem kendi içerisinde dengeye gelmeye çalışır. Bu sebeple bireylerden ziyade sistemin hayatta kalması daha önemlidir. Dengeye gelme olgusuna kader veya karma diyebiliriz. Bu Yaradanın bir şifası gibidir. Bu açıdan baktığımızda her şey Yaradanın bilgisi dahilinde olmaktadır, oluşturduğu düzen bir gün dengeye gelecektir. Gördüğümüz her şey geçicidir. Kalıcı olan ise Yaradan’ın bizde olan parçasıdır.


Dünya’da olan bitene karşı geliştirebileceğimiz anlayış, bir şeyler ile çatışmamak belki de yapabileceğimiz en iyileştirici tutum olacaktır. Her türlü kutuplaşma çatışmayı besleyecektir. Ötesine bakıp, hepimizin aynı kaynaktan geldiğini ve aynı kaynağa geri döneceğimizi özümserken, tüm duygu ve düşünceler buharlaşır... Sadece bizi birbirimize bağlayan bağ kalır. Bu bağın adı sevgidir. İşte sevginin yarattığı bu titreşim tüm dünyaya verebileceğimiz en iyi hediyedir.

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Collateral Beauty

“Büyük nedeniniz nedir? Kesinlikle bir şeyler satmak için burada değiliz. Bağ kurmak için buradayız. Hayatın konusu insanlardır... Sevgi. Zaman. Ölüm. Bu üç soyut kavram yeryüzündeki her bir insanı bağlıyor. Koruduğumuz her şey. Sahip olmamaktan korktuğumuz her şey. Eninde sonunda kendimizi alırken bulduğumuz şey. Çünkü günün sonunda sevgiyi arzuluyoruz, daha çok zamanımız olsun istiyoruz ve de ölümden korkuyoruz.”
Çocuğunu kaybeden başarılı iş adamı olan Howard, artık yarı ölü gibidir... Kendi kendine sevgi, zaman ve ölüm’e ayrı ayrı mektuplar yazar ve postaya verir. İş ortağı ve diğer iki çalışan ona bu konuda yardım etmeye çalışır. Kendilerinin de bu üç kavramı temsil ettiklerinin farkında değillerdir.

Ortaklar bu üç konuda Howard’a cevap vermek için üç oyuncu yollarlar. Bu üç kişi Howard ile tanışırken, ortaklar da kendi yolculuklarına çıkarlar.

Zaman
Howard ilk mektubunda şöyle yazar:
“Zaman, tüm yaraları iyileştirdiğini söylüyorlar. Ama dünyadaki tüm iyi şeyleri nasıl yok ettiğinden bahsetmiyorlar. Güzelliği küle dönüştürdüğünden de...”
Zaman’ın cevabı gelir:
“Sevgi yaratımsa, ölüm yıkımsa, ben onun arasında hüküm sürenim... Kimse zamanı anlamıyor, Einstein, zamanın illüzyon olduğunu söylediğinde biraz yaklaşmıştı sadece... Sürekli şikayet halindesin, hayat çok kısa, oysa günler öyle uzun ki, oysa ben bir hediyeyim, nimetim, Ziyan ettiğin bir hediye... Ne için? Biliyor musun? Öfkeli mektuplar yazan ben olmalıyım aslında...”
Howard doğal olarak derin bir acı içerisindedir. Acı, keder ve öfke tüm hayatı kaplamış ve artık neredeyse hiç bir şey yapmamaktadır.


Acı ve mutluluk bir madalyonun iki yüzü gibidir. Tüm acıların sebebi ise korkudur... Korkumuz hangi tür olursa olsun, en dibinde kaybetme ve ölüm korkusu çıkacaktır. Ölmekten korkarak, yaşamı tamamen kaçırırız belki de... Kaybettiğimiz ne ise, ona sahip olduğumuzu düşünürüz. Belki de işe her şeyin geçici olduğunu hatırlatarak, hiç bir şeye gerçek anlamda sahip olamayacağımızı anlamak. İşte bu anlayış bizi kaybetme korkusunda özgürleştirir... Aynı durum hayatımız için de geçerlidir.

Acının da mutluluğun da, yaşadığımızın deneyimlerin sonucunda ortaya çıkan geçici  durumlar olduğunu idrak ettiğimizde, derinde kalıcı bir huzur oluşmaya başlar... Dalgalar yükselip alçalabilir, ancak okyanus hep oradadır.

Ölüm
Evrende var olan her şey birbirine bağlıdır. Herhangi bir şeyi tanımlamak için onun bağlamına bakmak gerekir. Resim için çerçeve olmalıdır. Renkleri algılamamız bile o rengin bulunduğu ortama göre değişir... Her şey görecelidir. Göreceli olması ikili bir dünyada yaşamamızdır. Aydınlık varsa karanlık olmak zorundadır. Hayat varsa ölüm de mutlaka vardır. Doğaya baktığımızda gördüğümüz şudur; ölümler yaşamın tekrardan yeşermesi için gereklidir. Bu bir döngüdür ve doğaldır. Kalıcı olan ise ruhumuzdan başka bir şey değildir.

Ölümden sonra ne olacağına dair nasıl fikirlerimiz olursa olsun, kalıcı olan tek şey öz varlığımızdır... Bu da ölümün sadece fiziksel olarak bir dönüşümdür... Elbetteki sevdiklerimizin yanından bu dünyada ayrılmak hüzünlüdür... Olması gerektiği şekilde vedalaşmak, kaderlerini anlamak ve onlara saygı duymak yapılması en makul yaklaşım olabilir...


Sevgi
“Mektubunda veda etmişsin, kimi seveceğimizi, kimin bizi seveceğini biz seçmeyiz demişsin. Bu da hayatta zayıf olduğun anlamına gelir. Hayatın kumaşı benim Howard, ben senin içindeyim, herkesin içindeyim. Eğer bu kabul edersen, belki yeniden yaşayabilirsin.”
Evrende bizi birbirine bağlayan sevgidir. Tüm duygu ve düşünceler zihinde oluşur; saf sevgi hariç... Bu sahiplenme, şehvet ve cinsellikten öte bir duygudur. Sevginin yeri kalptir... Diğer duygu ve düşüncelerdeki bozukluklar zihinsel hastalıklara veya organlarda hastalıklar sebebiyet verirken, sevgi akışındaki bir tıkanıklık, kalbimizi sızlatır...

Oysa sevgi her yerdedir; biz sevginin kendisiyiz... Biz ve doğa, bu sevgi bağı ile birbirine bağlıdır. Başımıza gelen bir çok olay belki de, bize bu bağı hatırlatmak için vardır. Her olay beraberinde “gizli bir güzellik” ile gelir...

12 Mayıs 2017 Cuma

Hayatta Sizin İçin Neler Önemli?


Hayat çok mı kısa? Yoksa uzun mu? Zamanın göreceliğini bulan bilim insanları aslında çok önemli psikolojik ve ruhsal bilgilere ilham veriyorlar. Her şey gibi, zaman da göreceli... Keyifsiz ve acı dolu zamanlar bir türlü geçmezken, çok keyifli ve mutlu anlarımız hızlıca akıp gider. Ancak ne olursa olsun, bir de bakmışız ki yıllar hızla geçiyor. Tüm bunları yılbaşı, doğum günü veya diğer hayatımıza damgasını vuran günlerde hatırlıyoruz. Sonuçta hepimiz hayatın bir şekilde hızla geçtiğinin farkına varıyoruz. O halde, sadece yılda bir iki kere değil, sık sık hayatımızın ne ile geçtiğine bakmakta fayda var... Aksi takdirde bize sunalan hayat planını takip, rekabet ve planlı oyunların oynandığı bir dünyada bulabiliriz kendimizi. Hep daha fazlasını isteyen ve asla doymayan bir zihin yapısı bizi ele geçirebilir...

Sistem, sahip olma üzerine kurulmuştur: İster araba, ev, yat, para gibi materyalist olsun, ister pozisyon, itibar, güç, şöhret gibi soyut kavramlar olsun, insanların sistem içerisinde çalışıp tüketmesi ve tekrar tüketmesi üzerine kurulu bir oyun...

Belki de artık bunlara itibar etmeyip, daha ulvi konulara sahiplenmiş de olabilirsiniz. Aile, çocuklar, arkadaş çevresi, gönüllü kuruluşlar, meditasyon ve daha niceleri... Tüm bunlar son derece anlamlı, değerli, ahlaklı da gözükse altında sahiplenme, tutunma ve kendini bunlarla tanımlama varsa, bir önceki durumdaki sahiplenmeden çok da farklı değildir. Sadece daha güzel bir kostüm dikilmiştir üzerimize...


Biriktirdiğimiz anılar bile olsa, bu bile bilgi ve deneyim koleksiyonundan başka bir şey değildir. Bilgi ve deneyimler sadece geçmişe ait oldukları için bize yeni ve yaratıcı bir yaşama veremezler... Tüm hatıra ve bilgiye olan bağımlılığımızı bırakmak, tüm korkuları da bırakmak anlamına gelir... Korku, acıların kaynağı olduğundan dolayı, korkulardan özgürleştiğimizde gerçekten yaşamaya ve sevmeye başlayabiliriz.

Hayatımızı dolu dolu yaşayabiliriz. Bunu yaparken kafalarımızı en fazla kurcalayacak dört ana konu üzerine yoğunlaşalım; amaç, zaman, sağlık ve ilişkiler...

AMAÇ
İşe bize öğretilmiş tüm amaçları bir yana koyarak başlayabiliriz. Ne yapıyorsak bir kaç günlüğüne o işleri bırakalım ve kendimize soralım. Kesin bir tarihte öleceğimizi bilseydik ne yapardık? Şu anda yaptıklarımız gerçekten bizi mutlu ediyor mu? Yoksa zorunluluktan veya başka bir güdüyle mi yapıyoruz? Sakın acele etmeyelim; sabırla bakalım. Yazmak da bizi zihnin düşünce labirentlerinin içerisinde kaybolmaktan koruyacaktır. Bu sorulara yanıt verirken çocukluğumuzu ve ebeveynlerimizi sık sık aklımıza getirelim, çünkü aile dinamiklerimiz hayatımızı derinden etkilemektedir.

Eğer hiç bir amacımız olmasaydı, hangi yeteneklerimizi kullanırdık, hangi konulardan keyif alıyoruz? Bizim kolaylıkla ve neşeyle yaptığımız neler var? İşte bu noktada bulunan “nedenimiz” hayatımızın lokomotifi durumuna gelirse, bu konuda hem ilerler hem de bizimle aynı nedeni paylaşan kişiler ile beraber yol almaya başlarız...


ZAMAN
Psikolojik olarak yaşadığımız zaman dilimi her zaman şimdi olsa da, kronolojik bir zaman var ve bu zamanı nasıl geçirdiğimizi belirlemek bizim elimizde... Öncelikle gün ve gün bir haftamız nasıl geçiyor? neler yapıyoruz? Yazmak bu konuda da faydalı olacaktır. Nelere ve kimlere öncelik tanıyoruz? Hiç yapmayı tercih etmediğimiz durumları nasıl azaltabiliriz? Bazı durumda “hayır” diyebiliyor muyuz? İnsanları hiç bir zaman “hayır” diyemiyorsak, bunun altında ne yatıyor; oturup gözlemleyelim... Derine ve ötesine bakalım.

Diğer bir önemli soru ise: “Almayı biliyor muyuz?”
Almak ve vermek dengeli olmazsa, devamlı verin ve sonunda yoruluruz. Özellikle iş ortakları, sevgili, eş veya arkadaşlar arasında alma-verme dengesi olmak zorundadır.

Zamanı nasıl kullandığımızda genel kategoriler de işimize yarayacaktır. Ailemiz, sevgilimiz, işimiz, sağlığımız, hobilerimiz ve kendimiz için vakit ayırıyor muyuz? Ayrılan süreler yeterli mi? Hobilere vakit ayırmak kendimize vakit ayırmak demek değildir... Gerçekten kendimize vakit ayırıp ruhumuzu besliyor muyuz? Başka nelere vakit harcıyorsunuz? Aşırı yemek, sosyal medya, televizyon, sigara, kahve, kumar veya her şeyin fazlası... Genelikle bu tip konularda kendimizi kandırma eğiliminde olabiliriz; başkalarında gördüklerimizi kendimizde görmekte zorlanırız. Ya kendimize çok dürüst olacağız ya da güvendiğimiz bir yakınımızdan destek alacağız...

Zaman için yapılan çalışmanın bir benzeri de, gelir kaynağımızın nasıl harcandığına göre yapılabilir. Hangi etkinliğe ne kadar bütçe ayırıyoruz? Bu iş, gelir ve zaman denklemi için gereklidir...


SAĞLIK
Sağlık her zaman kaybedilince önem kazanır. Artık yumurta ve kapı hikayesini değiştirmeyi arzuluyorsak, öncelikle bedenimizin psikolojimizden fazlasıyla etkilendiğini anlamalıyız. Tüm fiziksel rahatsızlıkların sebebi psikolojik sebeplere dayanmaktadır. Psikolojimiz ise bizim hayata bakış açımız ile değişir. Kendi yaşadıklarımıza ve ailemizin kaderine bakıp oluşturduğumuz derin anlayış bizim psikolojimizi etkiler. Anlayışımızı geliştirmek için bir araç vardır; hem birey olarak kendimiz, hem içerisinde bulunduğumuz aile sistemi üzerinde çalışma anlayışımızı geliştirir.

Daha sonra doğal olarak, çevre, beslenme, kilo ve spor gelir... En önemli konulardan biri de ne yediğimizdir. Yediklerimizin bir kısmı bedenimizin bir parçası olur. İnsan midesi ortalama 250 gram yiyecek alabilir. Yemek yerken, beynimize doyma sinyali biraz gecikmeli olarak gider. Bu sebeple yavaş yemek yemek veya yedikten sonra biraz beklemek gereksiz tüketimi engelleyecektir. Fazla yemek sağlıksız bir kilo yaratacağı gibi, fazla alınan yiyeceğin hazmı için beden ekstra enerji harcar.

Bu dünyayı bedenimiz aracıyla yaşamaya geldik. Bedenimiz tonlarca işlemi bizim haberimiz bile olmadan gerçekleştiren muhteşem bir sistemler galaksisi... Onun bilgeliğini anlamalı ve onu dinlemeliyiz... Her şeyin ötesinde, iki şeye ihtiyaç var:  Nefes ve Su...

İLİŞKİLER
Fizikçilerin çarpıcı keşiflerinden biri de şudur: Evrendeki her şey enerjiden oluşur ve her şey birbiri ile bir şekilde bağlıdır. Atom altı dünyaya inildiğinde enerji ve ilişkilerden başka bir şey kalmaz. Zaman ve mekan bile yoktur artık.

Her şey birbiri ile bu kadar bağlıyken, iki yokken, biz ilişkilerimizde nasılız? Ayrık ve dışlanmış mı hissediyoruz? Dedikodu, varsayım, etiketler ve yargılamalar etrafımızı sarmış mı? Sağlıklı diye düşündüğümüz kişilerle yeterli bir şekilde zaman geçiriyor muyuz? Bu zaman içerisinde gerçekten orada mıyız? Yoksa zihnimiz bizi geçmiş veya gelecek illüzyonları ile meşgul mü ediyor? Zihni oyalayacak bir şey yapmadan durabiliyor muyuz? Aklımızdan cevabı düşünmeden dinleyebiliyor muyuz? İnsanların gözünün içine bakarak konuşuyor muyuz? Gerektiğinde dokunabiliyor muyuz?


Yoksa sadece “benim” mi önemli olan? Benim arkadaşım, sevgilim, çocuğum, ailem, takımım... İlişki ne olursa olsun, “benim” önemli bir güdü ise, ortaya sahiplenme çıkar. Sahiplenme, kaybetme korkusunu beraberinde getirir. Hangi şartlarda olursa olsun, her ilişki eninde sonunda bitecektir... Belki ölene kadar sürer, ancak bu da bir nihai sondur... Korkunun olduğu yerde ise sevgi olamaz; bağlılık yerini bağımlılığa bırakır. Bağımlı bir ilişkide ise denge kaybolur; karşılıklı olarak birbirini beslemek yerine herkesin korku ile ortaya çıkan oyunlar oynanmaya başlar. Kaybetmekten korktuğumuz ilişkiyi, bu korkudan dolayı hiç yaşamayız.
İlişkiler birbirini tamamlayan parçalar gibi değil, birbiri ile dans eden iki insan gibi olmalıdır...
SONUÇ
Bu hayata gelirken etrafımızdaki koşulları ve şu ana kadar başımıza gelen olayları değiştiremeyiz. Ancak bunlara olan tepkimizi, tavrımızı ve bakış açımızı değiştirebiliriz. Bundan sonrası içinde büyük bir sistemin parçası olarak kendi özgürlüğümüzü kazanabiliriz. Korkudan ve onun kaynağı olan zihni anlayarak ve ondan özgürleşerek...

2 Mayıs 2017 Salı

Tanrı Nöronlarda mı?

Tüm davranışlarımız ailemiz ve çevremiz tarafından koşullandırılmıştır. Bu davranış ve düşünce biçimi beynimizde güçlü nörolojik yollar oluşturur. Bu belli bir konu çalışma sonucunda ustalaşmak ile aynı mantıktır. Uzun süre piyano çalarsanız beyniniz tüm hareketleri öğrenir. Benzer şekilde etrafımızdaki düşünce tarzlarını, düşüncelerden dolayı oluşan duygusal tepkileri bir nevi beynimize kodlar ve bu şekilde davranmaya devam ederiz. Bilimin de açıklandığı gibi sosyal olarak uyum sağlamak beynimizin doğasında vardır ve bu durum bize bir konfor alanı sağlar.


Peki bu durumda, insanlar zihinlerine mahkum mu? Bu konuda yapılabilecek bir şey yok mu?
Bilinçli varlıklar olduğumuza göre, doğal olarak bu konuda yapılabilecek bir şey olmalı. Geçmiş dönemlere kadar bilim “bilinç”i açıklayamıyordu. Yakında zamandaki nörolojik gelişmeler artık daha bilinçli...
Beynimizde kurulu olan nöroplasticity mekanizması sayesinde özfarkındalık-bilincine sahip olduğumuzda hayat tecrübelerimizi zenginleştirebiliyoruz:

1.      Sosyal Nörobilim
Norepinefrin gibi bazı nöronlar ve nörotransmitter’lar, düşüncelerimizi diğer insanların etkisinden korumak zorunda olduğumuzu hissettiğimizde; ‘savunma amaçlı’ durumu tetiklerler. Korktuğumuzda veya benzeri bir duygusal durumda 'limbik sistem' devreye girer ve mantığımız devre dışı kalır. Böyle bir durumda her türlü dışsal etkiyi tehdit olarak algılarız.

Öte yandan, fikirlerimizin onaylandığı, takdir edildiği zaman bu savunma mekanizması devre dışı kalır ve dopamin, ödül nöronları harekete geçer ve kendimizi güçlü ve güvenli hissederiz. Bu sebeple kendimize güvenen bir inanç yaratırsak beynin bedenimizde müthiş bir etkisi olur. Bu, başka bir ilaca olan inanç da olabilir; 'plasebo etkisi' gibi... Dopamine hormonuna destek olarak serotonin üretimi de artar.

Sonuç olarak, “Sosyal Onay” beyinde dopamin ve serotonin üretimini artırır, kendimizi iyi hissederiz. Sosyal medyadaki onay beklentimiz de bu güdünün uzantısıdır...

2.      Ayna Nöronlar ve Bilinç
Büyürken davranışlarımızın yapı taşını yaşadığımız sosyal çevre oluşturur. Nörobilim sayesinde kişilik ve empati üzerinde daha bilimsel temelleri anlıyoruz. Ayna nöronlar diğer insanlardaki duyguları beynimizde benzer şekilde canlanmasını sağlıyor. Bu empatik nöronlar bizi diğer kişilere bağlar ve diğerlerinin ne hissettiklerini anlarız.


Bu nöronlar, hissin bize veya başkasına ait olması ile ilgilenmezler. Bu sebeple sosyal ortamımızla daha uyum sağlama isteği içerisinde oluruz. Bu da bizim “Kim olduğumuz” ve “Bizim nasıl görüldüğümüz” arasındaki sürekli çelişkiyi/ikiliği meydana getirir. Dolayısıyla oluşturduğumuz ve korumaya çalıştığımız kimliğimiz ve öz-güvenimiz üzerinde stres yaratır.

“Ancak özfarkındalığa sahip olduğumuzda, kendimizi tanıdığımızda duygularımızı düzeltebiliriz. Çünkü o duyguları oluşturan düşünceleri kontrol edebiliriz. Bu hatıraların yenide ele alındıklarında nasıl değiştiklerinin ve protein senteziyle nasıl geri dönüşüme uğradıklarının nöro-kimyasal bir sonucudur. Kendini gözlemleme, beynimizin nasıl çalıştığının şeklini derinlemesine değiştirir. Bu durum, duygularımızı inanılmaz ölçüde kontrol edebileceğimiz öz-düzenleyici neokortikal bölgeleri aktive eder. Bunu her yaptığımızda, akılcılığımız ve duygusal esnekliğimiz güçlenir.”
[https://www.youtube.com/watch?v=oPEdDcs_8ZQ&t=45s - God is in The Neurons]

Aksi durumda ne olur? Her tepkimiz dürtüsel olduğunda %95 oranında davranışımızın kaynağı bilinçaltı olacaktır. Bilincimiz ise bize bu davranışımız için – genellikle dışsal olan – bir bahane bulacaktır.

Böylece bizler davranışlarımızın bizim kontrolümüzde olduğuna inanırız.

Zihnimizin iki temel kaynağı vardır; hatıralarımız ve deneyimlerimizdir. Geçmiş kökenli olan bu kaynaklar, bize zihnin değişiklikleri sevmemesinin sebebini de gösterir. Örnek verecek olursak, başında gelen bir olay bize olumsuz duygular yaratmışsa, biz 'onun bunun yüzünden' diyerek bir bahane ile olayı çabucak atlatırız:

Ancak bu ileride üstüne basınca patlamayı bekleyen mayın yaratmaktır... Kök sebebe inmedikçe, mayının her yanına geldikçe tetiklenmeler gerçekleşecektir.




3.      Tanrı Nöronlarda mı?
Nöronlar elektrik sinyallerini taşıyan hücrelerdir. Bunlar elektrik dalgaları oluşturur. Her düşünce bir elektrik dalgasıdır, dolayısıyla birbiri ile çelişen iki duygu veya fikir zihinde gerilim yaratır. İrademiz ile bu uyumsuzluğu azaltmaya çalışırız. Evrim boyunca doğada benzer şekilde davranır ve doğal seleksiyon ile azami uyum içerisinde bir denge sağlanır.

Bilim bugüne kadar “ben kimin?” sorusuna net bir cevap veremediğinden dolayı, insanlığın büyük bir kısmı kendini bir dine veya diğer ruhani öğretilere yönlendirmiştir. Oysa artık hakikate ulaşma yolunda bilim de bize ipuçları sağlamaktadır.

Beynimizin sol tarafı temel inançlarımızın olduğu mantık tarafıdır ve değişiklik istemez, sağ taraf ise bu durumu dengelemeye çalışır. Bizi yenilenmeye teşvik eder. Temel inançlarımız güçlü ise değişim imkansızlaşır. Dolayısıyla başkaları ile empati kurmakta zorlanırız. Beynimizdeki her nöral etkiletişim bir merkeze bağımlı olmadan aktif veya kapalı olabilir.

“Titreşen bilincimizi oluşturan nöral birliktelikler, bizi kendi nöronlarımızın çok daha ötesine götürür. Bizler, çevremizde nöronlarımızın diğer nöronlarla bağlantılarının bilincinde olduğumuzdan selebral yarım kürelerinin eşit derecede birbirleri ile elektrokimyasal olarak etkileşimlerinin sonuçlarıyız. Hiç bir şey dışsal değil! Bu varsayımsal bir felsefe değil. Bu, kendimizi diğerleri yolu ile anlamamıza yol açan ayna nöronların temel özelliğidir.”

Bu demek oluyor ki, zihnimizdeki nöron etkileşimleri her an değişiyor ve bu çevre ile bağlantılı... Zihin her an yeni bir kişilik/imaj yaratıyor, temelinde de hatıralarımızda yarattığımız iskelet... Bu da son dönemlerde, “Anda Olmak” diye bahsedilen zihnin belli bir imaja tutunmadan, açık, duru ve sakin bir zihinsel durumun neden bu kadar yaygınlaşmaya başladığını açıklıyor. Meditasyonda 'düşüncesizlik' halinin yakalanması bizi şimdiki ana getiriyor... Düşüncesizlik haline ise düşünceleri bastırarak değil; onlara cevap vermeden, beslemeden, sadece geçip gitmelerine izin vererek gerçekleştirebiliyoruz; tıpkı bulutların geçip gitmesine izin vermek gibi...




Sonuç
Geleneksel eğilimimiz, bizim üzerimizde oluşturulan veya oluşturduğumuz beklentileri yerine getirmek için toplumsal kalıpları ve etiketlemeyi destekleyen 'hayali ve bireyci sabit bir imaj' olarak tanımlamaktır. Beynimizi bu şekilde kodlarız. Bu da 'şartlandırılmış düşünce yapısını' oluşturur.

Ancak şartlandırılmamış, etiketlemeyen ve yargılamayan  bir zihin ile mutluluk ve bütünlüğe ulaşabiliriz. Bu şekilde zihni meşgul eden şeylere, maddiyata veya maneviyata olan düşkünlük azalır. Artık özgürce, içimizden geldiği gibi olmak ve yaratmak mümkündür. 

Kuantum fiziği bize gösterdi ki, her şey olasılıklardan oluşuyor. Bu da her şeyin mümkün olabileceği anlamına geliyor. Ne kadar yargılardan kurtulmuş, açık bir zihne sahip olursak, o kadar kimlik kisvesi altında üstlendiğimiz kostümleri atabiliriz. Böylece davranışlarımız değişir ve çevremiz de bundan etkilenir.
Öz-gözlem, özfarkındalık yaratır ve yeni düşünce bu şekilde beynimizde tekrardan kodlanır... Böylece dolaylı da olsa özgür irademize kavuşuruz.
Zihnimiz bizim değil, biz zihnimizin patronuyuz... Beynimiz sadece bir organ. Zihnimiz onun kesintili bir şekilde ürettiği duygu ve düşüncelerin bir toplamı. Kesintisiz bir şekilde gözleyen kim? Kalıcı olan kim?..