“Bazıları insanları dışarıda tutmak için, bazıları da içeride tutmak için çit örerler.”
Eğer 60’lı veya 70’li yıllarda doğmuşsanız, zor zamanlarda
bizleri dünyaya getiren ebeveynlere sahip olma şansınız yüksek. Kıtlık
zamanlarda çocuk büyüten bu kişiler ya geçinme mücadelesi içindeydi ya da
durumları iyi olsa da, bunu başkalarına göstermeden tutumlu bir şekilde
yaşarlardı. Her iki durumda bir parça endişeli, tutumlu ebeveynler çocuklarını şımartmadan yetiştirme durumunda kaldı. Dünyanın genelinde durum çok farklı değildi. Bir
çok savaş atlatan bu nesil zorlu zamanlarda hayatta kalanlardı.
Kendilerini gerçekleştirmek, ne istediklerini bulmak,
kendilerine vakit ayırmak, gönül eğlendirmek belki de çok azının sahip olduğu
ayrıcalıklardı. Onlar bildiklerinin, elindekilerin en iyisini vermeye
çalıştılar. Kimimiz minnet duyabiliriz, kimimiz şikayet edebiliriz. Ancak
bugün, şu anda bu yazıyı okuyabiliyorsak, onların en önemli işi başardıkları
ortadadır: Bize hayat vermişlerdir... Bir üstadın dediği gibi “çocuklarınıza
yiyecek, barınak sağlayın ve yapabiliyorsanız onlara erdemli olmayı öğretin.”
Bu bakış açısı ebeveynlerin yaptıklarını küçümsemek ve
yapmadıkları maruz göstermek değil... Her şey daha ötesine baktığımızda hepimiz
kendi kaderlerimizle dünyaya geliyoruz ancak hayatımızla ilgili ne yapacağımız
bizlere kalmış. Alamadıklarımız yerine alabildiklerimize odaklanmak bizleri
daha güçlü kılarken, geçmişe dönük bakış açımızı, bir çok olasılığın olduğu
gelecek çevirecektir.
The Fences filmi, bin bir zorlukla ailesini geçindiren ancak bir o kadar da aile ilişkilerinde
sıkıntı yaşayan Troy’un hikayesi: Maddi dertleri olan büyük oğlu, babasının
itirazlarına rağmen sporcu olmak isteyen küçük oğlu, 18 yıllık eşi ve uzun
süredir devam eden ilişkisi...
Onun ilgisini, desteğini ve sevgisini arzulayan küçük oğlu
ile sıkıntılar yaşayan Troy, ona yaptığı uzun bir konuşmanın arasında şunları
söyler:
“Seni sevmek mi?.. Bir adam ailesine bakmakla sorumludur. Benim evimde yaşıyorsun, karnını doyuruyorum, yatağında yatıyorsun çünkü sen benim oğlumsun. Sana bakmak benim görevim, sana karşı bir sorumluluğum var, seni sevmek zorunda değilim! Şimdi, sana vermem gereken her şeyi veriyorum! Sana senin hayatını veriyorum! Şimdi hayatını biri seni seviyor mu, sevmiyor mu diye hayıflanarak geçirmeyi bırak!..”
Evet, Troy belki de kültürlerin oluşturmaya çalıştığı ideal
baba veya eş konumunda değildir. Ancak hiç bir olay kişisel veya tek taraflı
değildir. Görünürdeki suçluyu mahkum etmek en kolayı ve bariz olanıdır. Öte
yandan genellikle bilinir ki, kimsenin yeri boş kalmaz; bu ne demektir? Bir
şekilde ruhen eş pozisyonu boşalmışsa, bu yeri biri doldurabilir. Troy’un eşi Rose, 18 yıldır tüm isteklerini,
arzularını, hayallerini ve ihtiyaçlarını evi için hiçe saydığını belirtir.
Bildiğimiz anlamı ile fedakarlık yapılmıştır. Bir şeyler feda edilirken, kar
beklentisine girilmiştir. Belki de Troy’un annesi rolüne bürünmüştür; bunu tam olarak
bilemiyoruz. Ezbere öğrendiğimiz davranış ve tepkilerin dışına biraz
çıkabilirsek, yüzeydeki fırtınadan ziyade derindeki akıntıları fark edebiliriz.
Hikayemizin sonunda da Rose, yine anlayış bir tavır
içerisinde verdiği karar ile bu fedakarlık
dinamiğini tekrar ispat eder... Rose’un eşi hakkındaki eleştirilerinden biri
çok ilginçtir:
“Babanız kendisi olmadığı her şeyi olmak istedi, ancak sizden tamamen kendisine benzemenizi talep ediyor...”
Günün sonunda kabul etmek zor olsa da, ebeveynlerimiz bize
tam olarak verebilecekleri kadarını vermiştir. Bugün hayattaysak, bize hediye
edilmiş hayat ile yapacaklarımız bize bağlıdır. Zorluk, engel veya kısıtlama
gibi gözüken deneyimler ve durumları bizleri daha da güçlendirir. Şimdi iş,
bize binlerce kişinin vasıtasıyla gelen hayat için minnettar olup sırtımızı
dönüp hayata bakmaktır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder