28 Aralık 2010 Salı

Pollyanna Tavrı



Bizim kuşak Pollyanna hikayeleri ile büyüdü... Kimimiz bu hikayeye inandık, kimimiz “hadi canım ordan” dedik. Ancak herkes bu masum karaktere sevgi ve sempati ile baktı... Peki ne oldu Pollyanna’ya?
Şimdi yaşasa, hayatı harika mı olurdu?
Yoksa alay konusu mu?..
Temiz, iyi niyetli ve olumlu bir yaklaşımla bezenmiş hayat felsefesi saflık hatta enayilik olarak mı nitelendiriliyor?

Pollyanna hikayesini benimseyenlerin çoğu belki de büyük hayal kırıklığına uğradı, insanlara küstüler, kitaplara küstüler... Hayali kahramanlar daha ulaşılmaz daha hayali oldu... Peter Pan’daki gibi ışığımız söndü, kim olduğumuzu unuttuk belki de...

Bu ruh hali, bizi karamsarlığa, umutsuzluğa ve daha kötüsü tatminsizliğe götürdü. Bu tatminsizlik, üzümün üzüme baka baka karardığı gibi yayıldı ve kolay beğenmeyen ancak bol bol şikayet eden bir topluma dönüştürdü. Tüm bunlara büyük kentlerin koşuşturmacası ve acımasızlığı da eklenince kaderimize razı olduk belki de:

- Bu nasıl trafik?
- Bu nasıl hava böyle? Çok sıcak! Çok Soğuk! Yağmurlu, Karlı, Sisli...
- Bu nasıl şirket? Hayatımda böyle bir firma görmedim.
- Bu insanlar ne tuhaf?
- Bütün iş arkadaşlarım bana karşı tavırlı sanki.
- Kimse beni anlamıyor.
- Burada nasıl Starbucks olmaz? Zara bile yok.
- Ruh halim bugün berbat.
- Gezegenlerin konumu en kötü etkiyi yapacakmış...
- Bu nasıl yemek? Çok yedim. Aç kaldım...
- Mutlaka müdür olmam lazım.
- Mutlaka bu geziye ben de katılmam lazım.
- Neden benden fazla maaş alıyor?
- Burası çok tenha. Çok kalabalık.
- Yine hayal kırıklığına uğradım...
- ...

Sorsak dertleşsek, eminim hepimizin o muazzam beyni kendi kendilerini bile inandırabilecek bahaneler üretecektir. Bu konuda Robin Sharma’nın sözü işimize yarar mı? “En iyisini umarken, en kötüsüne hazırlıklı ol



Olumlu düşünceyle, umutla, sevgiyle hareket edebilirsek olumlu bir tavır sergileriz. Bu tavır bizim hedeflerimize ulaşmamızın ihtimalini artıracaktır. Ancak bazen dış veya iç etkenlerden dolayı başarı sağlayamayabiliriz. Belki biz henüz hazır değilizdir. Bazen çevremiz sanki bize oyunlar oynar... Bazen de derinde bambaşka bir dinamik bizi etkilemektedir... Tüm bu durumlar bizim içindir... Herhangi bir durum iyi veya kötü değildir. Durumu iyi ve veya kötü yapan o duruma yaptığımız yorumdur. Üstünüze bir müdür atandığı zaman buna son derece mutsuz olup istifa edebilirsiniz veya bu kişiden yeni bir şeyler öğrenebileceğinizi düşünebilirsiniz. Uçağın rötar yapmasına kızabilirsiniz, veya bunu kitap okumak için çok iyi bir fırsat olarak görebilirsiniz... Çok daha dramatik bir olaysa veya tekrarlayan bir olaylar zinciri varsa ise, bunu aile sistemimizi analiz ederek çözebiliriz. Tüm çözülmelerden sonra, baktığımızda bize bu olayların birer hediyesi olduğunu görürüz.
Durumların ötesine bakarken, edindiğimiz olumlu tavır, mutlaka durumu daha farklı bir açıdan bakmamızı ve bir o durumun eşik noktasını atlamamızı sağlar. Bu yeni bakış açısı anlayışımızı derinleştirir.
Bunu daha kolay yapabilmek için kullanacağımız olumlu düşünceler bizi olumlu bir tavıra, olumlu tavır da olumlu sonuçlara götürür...

16 Aralık 2010 Perşembe

Öfke


Öfke, bizi kontrol eder, hiç istemediğimiz sonuçlara varacak eylemleri yapmamıza sebep olur. Öfkeli insanlar genelde bunu kabul etmezler ama öfkeleri geçince daha mantıklı düşünüp, kendilerinin kontrol dışına çıktıklarını itiraf ederler. Öfke bir duygudur ve duygu da düşünce gibi zihnimizin bir ürünüdür.

Peki neden öfkeleniriz?
Seneca’nın görüşüne göre dünyanın neye benzediğine ve başka insanların nasıl insanlar olduğuna ilişkin, tehlikeli olabilecek kadar “iyimser” fikirlere sahip olduğumuz için öfkeleniriz. Onların hakkında varsayımlarda bulunuruz. Onları mutlu ve başarılı görürüz. Zihnimiz zıtlıklarla çalıştığı için kendini hep başkaları ile karşılaştırır, kendi kurduğu dünyada normların üzerinde yer almak ister...

Şatomuz, sarayımız, Ferrari'miz yok diye öfkelenmeyiz ama kendimize uygun gördüğümüz ve genelde çevremizde, arkadaşımızda gördüğümüz bir araba bizde yoksa hayıflanır, öfkeleniriz. Bugünkü herhangi bir araba Kraliçe Cleoparta’nın kullandığı araçtan daha üstündür,  Cleopatra o zamanlar kendine dert edinmemiştir çünkü göreceli olarak o dönemde ondan iyisi yoktur.

Aslında durumun tam tersi de hiç iç açıcı değildir: “Varlıklı olmak” öfkeyi körükler; fakir genelde daha fazlasını hayal edemediği ve elindekiler ile mutlu olmaya alıştığı için daha mutludur. Budistlerin en azla yetinme bilgeliğinin ardında bu yatar. Egonun arzu ve istekleri körelir ve kendine yeten, mutlu ve doyumlu bir hale kavuşuruz.


Zihnin temel görevi bedeni hayatta tutmaktır, bundan dolayı belirsizlik onun için bir tehdittir. Bu da her şeyi kontrol etme arzusunu doğurur. Her şeye kendi açımızdan bakmaya başlarız ve buna kendimizi inandırırız. Bilinçaltından gelen dürtülere, bilinciniz mantıklı bahaneler uydurur ve kendimizi akıllı sanarız...


Sonuçta, birden bire yağmur yağmayacağına, kumandanın kaybolmayacağına, herkesi bizi anlayacağına, hiç yorulmayacağımıza, çocuğumuzun hep uslu olacağına, bardağın kırılmayacağına inanırsak, çok kolay öfkeleniriz.

Beklentilerimizi gerçeklerin ışığında azaltabilirsek öfkeli halimizde azalacaktır.
Gelecek hakkında varsayımlarda bulunma alışkanlığından vazgeçmek işe yarar. Bu hayal kurmamak anlamına gelmez. Plan yapar, plana körü körüne tutunmaz ve olumlu bir ruh halinde An'da yaşarız, her şey olması gerektiği gibi akışında gerçekleşir. 


Ayrıca buna bedeni de hazırlamak gerekir; yorgun olmak, stresli olmak, aşırı alkol ve şeker tüketmek, vaktimizi planlamamak, bizi öfkeye sürükleyecek diğer faktörlerdir...

"Felsefenin görevi, biz gerçekliğin yıkılmaz duvarını aşmaya çalışırken, isteklerimizin mümkün olan en yumuşak biçimde yere inmesini sağlamaktır." [Alain de Botton]