28 Haziran 2014 Cumartesi

Only Lovers Left Alive


“Bilim adamları mı? Onlara ne yaptıklarına baksana. Pythagoras katledildi. Galileo hapsedildi. Copernicus alaya alındı. Zavallı Newton simya hakkında çalışmalarını gizlilik içinde yürütmeye zorlandı. Tesla mahvedildi. O muhteşem olasılıkları tamamen görmezden gelindi. Hala da Darwin için carcar edip duruyorlar. Hala. Bilim adamaları için buraya kadarmış... Şimdi de kendi kanlarını kirletmeyi başardılar. Sudan hiç bahsetmiyorum.”

400 yıldır dünyada olan bilge vampirler düşünün, icatlar yapan, bestelerini insanlara veren, kültürün ve sanat eserlerinin değerini bilen, evren hakkında bilgili...


Senarist ve yönetmen Jim Jarmusch... 1953 doğumlu Amerika yönetmeni ilk defa Coffee and Cigarettes filminde seyretme imkanım oldu; bu film bir çok yıldıza rağmen sıradan bulsam da Broken Flowers’ı çok beğendim. Yönetmenin ilginç yapımlar çıkardığı su götürmez bir gerçek. Başka iki filmi ise listemde... Yönetmenin oyuncu seçimleri ustaca; çok popüler kişiler yerine oyuncu yetenekleri ile kendilerini ispat etmiş karakterleri seçiyor: Bill Murray,  Tilda Swinton, John Hurt, Roberto Benigni gibi..

Michael Clayton’deki rolü ile Oscar ödülü kazanan Tilda Swinton inanılmaz bir oyuncu. The Grand Budapest Hotel ve Snowpiercer’da tanıyamazsınız bile... Güzel veya çirkin, zavallı veya prenses, hiç fark etmiyor, her türlü rolü oynayabiliyor Swinton.


Diğer başrol oyuncusu ise Thor’un tahtına göz diken ve karizmasını sollayan Loki rolünden hatırlayacağınız Tom Hiddleston. Hiddleston da Swinton gibi İngiliz... Bundan sonra yan rollerden daha fazla başrol oynayacak gibi duruyor. Stoker, Lawless, Albert Nobbs, Restless ve Jane Eyre’de izlediğimiz son Alice, Mia Wasikowska da filme renk katmış.

Vampir ve bir zombi karaktere rağmen film hiç şiddet içermiyor, hatta beslenmeleri bile son derece medeni... Kısacası ağır tempolu melankolik bir aşk hikayesi... İlginç kareleri, çarpıcı oyunculuklar ilginç bakış açıları ile ilginizi çekebilecek bir film.
-Eve, bu kız şahane.
*Jasmine, Lübnanlı. Çok meşhur olacağına eminim.
-Umarım olmaz. Bunun için fazla iyi...

Kendi ilişkilerini ve aşklarını anlatırmış gibi açıklar Adam dolanıklık teorisini...
*Bana dolanıklık teorisini anlat. Einstein’ın “uzaktan gerçekleşen korkutucu eylem”ini. Kuantum teorisi ile bağlantısı var mı?
-Hayır, sonuçta bu bir teori değil, kanıtlanmış. Dolaşık iki parçacığı birbirinden ayırıp ikisini de birbirinden ayrı yere koyduğunda evrenin iki ayrı ucuna da koysan birinde bir değişiklik yaptığında veya bir etkileşime soktuğunda diğeri de aynı şekilde değişir ve etkileşime girer.
*Evrenin iki ayrı ucuna koysan da mı?
-Evet

25 Haziran 2014 Çarşamba

Kafan Güzel Mi?


İnsanlar tarihler boyunca kafalarını güzel yapmak için uğraşmışlar. Güzel ama bu ne demek?Kafanın güzel olması ne anlama geliyor? Türk dil kurumunda böyle bir deyim yok, buna en kelime “uçmak” olabilir...
Uçmak: Keyif verici veya uyuşturucu madde aldıktan sonra kendinden geçmek (TDK)
Kendinden geçmek ise bilinci işlemez olmak olarak açıklanıyor.
Sonuç olarak insanlar bilinçlerini kapatmak istiyorlar, bu da zihnin bilinçli kısım dediğimiz devamlı konuşan düşünceler üreten bilinçüstünün susması anlamına geliyor.

Tüm bu kafayı güzel yapan maddeler, alkol, bilinçsiz seks ve bazı ilaçların amacı düşüncelerden kurtulmak.



Kendimizi çok zeki ve farklı zannettiren düşünce kapasitesinden neden kurtulmak istiyoruz? Kafası güzel insanların çok yaratıcı olduklarını görebiliyoruz. Bunlar Jim Morrison veya Kurt Cobain de olabiliyor, Einstein veya Leonardo da Vinci de olabiliyor...

Bize hizmet etmeyen düşünceler geçmişi (deneyimlerimiz ve bilgilerimiz) kullanarak geleceği tahmin etmek için kullanır. Zihin yapısı gereği bizi hayatta tutmaya çalıştığı için devamlı gelecekle ilgili belirsizlikten dolayı endişe duyar ve geleceği mümkün mertebe kontrolü altına almaya çalışır. Bu da bizi bir süre sonra yormaya başlar ve kafamızın başka bir şekilde meşgul olmasını isteriz.

Aslında bunu isteyen bizim üst benliğimiz, kalbimiz veya ruhumuzdur.


An’da kalmanın üstadı Eckhart Tolle (Şimdinin Gücü) bunu şöyle açıklıyor:
“Ya düşüncelerin altına girersiniz ya da üstüne çıkarsınız.”
Dışarıdan aldıklarınla düşüncelerin altın girmekten kastı, yapay da olsa bir mutluluk, bir yaratcılık gelir insana ama sonrasındaki etkileri bağımlılıktır; hep daha fazlası istenir, beden yorulur, yorgunluk ve depresyon olasıdır.

İçten gelen “düşüncelerin üzerine çıkmak” nasıl olacak? Özümüzle nasıl bağlantılı olacağız? Kafamız güzel ama uyanık ve farkında olacağımız sağlıklı ve devamlı bir duruma nasıl ulaşacağız?
Dopamin, endorfin ve serotonin gibi hormonları nasıl doğal yolla salgılayacağız?


1.       Meditasyon
Bu düşüncelerin gelip gitmesine izin vererek, bir süre sonra zihnin kendiliğinden sakinleşmesini sağlamaktır. Bu gözler kapalı lotus pozisyonunda oturarak, derin bir kitaba konsantre olarak okumak, kendini vererek namaz kılmak, gözlemlemeden ayrıma gitmeden doğayla başbaşa olmak... Bunların hepsi zihninizi sakinleştirecek, o tek olana bağınızı artıracaktır.
Bu tip bir kafa güzelliğinde kontrol hala sizin elinizdedir, ne kadar meditasyon yapacağınız da. Bedeninize zarar vermediğiniz gibi, sağlınızda artacaktır; kan dolaşımı normale dönecek, stres seviyeniz azalacak...

2.       Nefes Almak
Unuttuğumuz doğal nefes almayı hatırlayabilir miyiz? Çocukların altıkları gibi göbekten sakin ama derin nefesler...
Aldığımız her tek nefes ayrı ayrı bizi şifalandırıyor, temizliyor ve yaşam enerjisi veriyor. Nefessiz beden ne  kadar canlı kalabiliyor? Nefes enejimizin (Chi veya Prana) kaynağı. Derin nefesler sayesinde muazzam bir bilinç  seviyesine çıkmak mümkün.
Derin nefesteki oksijen ile yine düşüncelerin üzerinde bir uçuşa geçebilirsiniz...


3.      Yoga Yapmak
Yoga birlik demek, evrensel anlamda “kim olduğunu” tecrübe etmeye başladığımız anlamına gelir. Başka anlamlar ve etiketlemeler yapmadığınızda, anlaşılacağı gibi Yoga sizi zihni gözlemleyebileceğiniz, bedeninizle bağ kurabileceğiniz bir yolculuk imkanı sunuyor. Yoga ile düşüncelerin üzerine çıkıp, hakikatin farkına varmak...


4.       Dans Etmek
Ruhunuza hitap edecek bir müzikle vücudunuzu dans eder gibi hareket etmek sizi transa benzer bir hale sokacaktır. Zihninizi serbest bırakıp bedenin dilediği gibi hareket etmesine izin vermek burada önemli. Bu hareketler sayesinde normal şartlarda hücum edecek adrenalin ve endorfin yerine bedeninizde serotonin hormonu salgılanacak, bu da kafanızı güzelleştirecektir.


5.       Bilinçli Cinsellik
Normal cinsellik sırasında uçtuğunuzu düşünebilirsiniz. Ancak bunun sebebi anlık da olsa düşüncelerimizden, oluşturduğumuz kimlikten bir anlık da olsa kurtulmuş olmak mı, yoksa karşındaki ilahi varlıkla bedenlerin ve dolayısıyla öz benliklerin birleşmesi mi?
Aciliyet, şiddet, arzu  mu hakim? Yoksa hisler, doyum, sakinlik mi var? Farkındalık dolu, kendi ve karşıdaki bedeni, ruhu hissettiğiniz bir cinsellikten aldığınız doyum farklı, uzun ve enerji verici olacaktır...


Tüm bunlara uygun, yumuşak, özellikle sözsüz müzikler destek olacaktır...

19 Haziran 2014 Perşembe

Arılar Neden Altıgen Sever?


Arıların bal kovanlarını görmüşsünüzdür. Hepsi aynı boyda, aynı düzgünlükte ve bitemeyecek bir kovan yapısı... Kaçımız gerçekten düzgün bir altıgen çizebiliriz? Tüm bunların muazzam oluşu harika da, hiç düşündünüz mü neden altıgen de daha bilindik şekiller değil? Daire, elips ve karo şekilleri doğada daha çok karşımıza çıkabiliyor...

Batılı bilim insanları her zaman ki gibi araştırmışlar. Arının balını doldurabileceği bir kap yapması için asgari miktarda bal mumu kullanması en ideali. Hangi şeklin içerideki alanın çevresine oranı en yüksek? Yani en azbal mumu ile en fazla hacmi hangi şekilde elde edersiniz?

                                Arı kovanı için hangi şekil en uygundur?

Cevap, altıgen değil! Cevap daire... Ancak tek bir dairede sorun yok ama iş birçok daireyi yan yana koyunca çıkıyor. Arada kalan boşluklar verimi bir anda düşürüyor. Arada boşluk kalmayan şekiller üçgen, kare ve altıgen gibi şekilleri hesapladığımızda, en uygun şeklin “Altıgen” olduğu ortaya çıkıyor, ayrıca altıgen karede olduğu gibi bir yerden keskin bir şekilde bitmiyor... Dolayısıyla, her türlü alana en verimli bir şekilde yayılabilen bir sonraki arının kolayla devam edebileceği bir yapı çıkıyor ortaya...

Bilimsel olarak ortaya çıkan bulguları çok ilginç bir şekilde yorumlayan bazı bilim insanları arıları müthiş matematikçiler olarak tanımlayıp, bu altıgen şeklini yıllar boyunca deneyip yanılarak bulduklarını iddia ediyor. Yani yakın zamanda başka buluşlar da bekleyebiliriz arılardan!..

Burnumuzun dibindeki bu muazzam bilince ve ötesinde baktığımızda kelimeler ve düşünceler kifayetsiz kalmıyor mu?

17 Haziran 2014 Salı

Bağlantı Halinde Yalnızlık


Fransız filozof Rene Descartes'ın, 1600’lü yıllarda söylediği o meşhur sözünü bilirsiniz: 
“Düşünüyorum öyleyse varım.” 
İnsanlık, düşünebildiği için kendini diğer canlılardan daha üstün görüyor. Ne de olsa geçmiş ve gelecek hakkında düşünebilen bir zihne sahibiz. Kendini ‘akıllı’ olarak nitelendirdiğimiz bu bakış açısı ile zekayı ölçmek için kullanılan IQ testi önem kazandı. Okullarda matematik, fizik ve kimya gibi dersler ön plana çıkmaya ve bilişsel iş alanları da daha popüler oldu.

20. Yüzyılda ünlü Nörobilimci Antonio Damasio “Descartes’in Yanılgısı” adlı kitabıyla duyguların düşünceleri nasıl etkilediğine dair bir kitap yazdı. İnsan beyninin düşünmekten ziyade, duygularıyla hareket eden ve davranışlarına mantıklı bahaneler bulan bir yapıda olduğu ortaya konuluyordu. Bu 'Duygusal Zeka' kavramını ortaya çıkardı.


Bugünlerde “Damasio’nun Yanılgısı” diye bir kitap çıkabilir. Duygular da düşünceler de zihnimizin üretimi. Zihnimizin ham maddesi ise kişinin bilgisi ve deneyimleri. Tüm bilgi ve deneyimlerimiz geçmiş kaynaklı... Yeni hiç bir şey olamaz, aksi takdirde bellekte depolanıyor olmazdı. Kaynak ne olursa olsun bu gerçek değişmez. Bu sebeple yaratıcılık ve ilham için artık “Ruhsal Zeka” deyimi ve Einstein'ın söyleşiyle sezgilerimiz gündeme gelmeli... Aksi takdirde insanlık duygu ve düşünceleriyle yani beyninde oluşturduğu 'kimlik' ile özdeşleşmeye devam edecek...

Beyin elbetteki insan ruhunun düşmanı değil; amacı bedeni hayatta tutmak. Düşünerek, duygularını kullanarak sosyal bir şekilde yaşamayı başaran insan için sosyal olmak hayatta kalma meselesi. Bu genlerimize işlenmiş durumda. Bir topluluğa ait değilsek hayatımız tehlikede... Kabilede yer edinmek son derece önemli. Oysa insanlık, son 100 yıldır çekirdek aile şeklinde bir evde yaşamaya ve son 10 senedir de İnternet'le beraber sanal dünya üzerinden birbirleri ile irtibata geçmeye başladı.

Artık devir Sosyal Medya devri... 
Bir tuşa basarak arkadaş sahibi oluyoruz. Facebook’da ortalama arkadaş sayısı 300 civarında. Yaşları 18-24 olan belki de en sosyal olacak gençlerde ise bu rakam 500 kişiyi geçmiş durumda.


The Innovation of Lonelines (Yalnızlığın İcadı) adlı animasyonda maymunların 50’den daha fazla gruplar oluşturduğunda grubun doğal olarak ikiye ayrıldığından bahsediliyor. İnsanlar için ise bu rakama maksimum 150 civarında. İnsanlık tarihindeki kabileler için de aynı durum geçerli. Bu demek oluyor ki en fazla 150 kişiyi samimi olarak tanıyabiliyoruz. Bu gruplar içinde egonun kendini tanımlama şekli dört şekilde meydana geliyor: (i) Kariyer, (ii) Varlık, (iii) Kişisel İmaj, ve (iv) Tüketim şeklimiz; gittiğimiz yerler, tükettiklerimiz, kullandıklarımız.

Sosyal medyanın en değişik yönü tüm bunları bizim bir noktaya kadar yaratabilme yeteneğimiz ve kontrollü diyalog imkanı. En iyi gözüken fotoğraflarımız, mesajlarımız, takip ettiklerimiz, bunların hepsi planlı ve güncellenebilir durumda. Shimi Cohen’e göre sosyal medya bize üç fantezi sunuyor:
  1. Kendimizi olmak istediğimiz noktaya koyabileceğimiz...
  2.  Her zaman duyulacağımız...
  3.  Hiçbir zaman yalnız olmayacağız...

    “Paylaşıyorum, öyleyse varım!”
Deneyimlerimizi, yedik içtiklerimizi, buluşmalarımızı, gittiğimiz yerleri, yeni kıyafetimizi, fotoğraflarımızı, işimizi, eşimizi, sevgilimizi, çocuklarımız paylaşıyoruz, bu sayede ego kendini var ediyor, yaşadığını hissediyor. Deneyim keyif alınacak bir süreç olmaktan çıkıp, sanki sadece paylaşılacak bir etkinlik haline mi geliyor? Gerçekten hayatın tadını çıkarmak deneyim ve deneyimleyenin bir olduğu noktada gelecekken, bizler fotoğraf çekip deneyimi tümden kaçırıyoruz. Bu durum bir araya gelip de kafamızı cep telefonlarından kaldırmadığımızda da başımıza geliyor.


Tetikte olmalıyız, zihin güvenli bir alanı tercih eder. Sosyal medya ile yaratılan ortam, onun için çok elverişli bir durum. Her yeni tanışma veya diyalog beyin için bir değişikliktir, beyin değişiklikleri hiç sevmez; sadece güvende olduğunda kazançları azami düzeyde tutmak ister; daha fazla arkadaş, imaj, görülmek vs... Teknoloji zihin için konforlu bir alan yaratıyor gibi görünüyor. Aldığımız her 'like' beynimizde dopamin salgılanmasına sebep oluyor. Dopamin bir çok bağımlılık yaratan maddenin beyinde yaptığı geçici mutluluk ve enerji yaratan hormon. Bağımlılığın en tipik özelliklerinden biri ise dozajın her seferinde artırılması gerektiğidir. Daha fazla, daha fazla... Beğeni sayıları, takipçi sayıları hiç bir zaman yeterli düzeye ulaşmaz...

Oysa iletişimin en önemli ögeleri beden dili, gözler ve ses tonu ile verilen mesajlardır, ki genelde söylenen sözden daha geçerlidir bu mesajlar... Doğal koşullarda yaratılacak ilişkiler ise beynimizde serotonin hormonlarını devreye sokacaktır. Bu hormon insanlar arasındaki bağı kuvvetlerinden ve dopamine göre daha uzun vadeli etki gösteren bir hormondur. Kalıcı dostluklar ve ilişkiler için katalizör görevi üstlenir. Bunların hiç biri mesajlarda veya emojilerde bulunmaz... Her geçen gün içtenliği kaybediyoruz.

Kendini zihinle özdeşleştirmiş bireylerde bu durum çok vahim seviyeye çıkabilir. Lakin, sosyal medyada bomba gibi bir fotoğraf, müthiş sosyal bir imaj sahip biri ile tesadüfen karşılaştığınızda bambaşka bir insan çıkabiliyor karşınıza. Söylevlerde bulunan biri, iki kelimeyi bir araya getiremiyor olabilir.

Bu oluşan “çarpıtılmış kimlik” e-ego diyebileceğimiz bir boyut kazandı.

Elbetteki teknoloji ve sosyal medyanın bizlere bir çok katkısı da olacaktır. Ancak bu e-ego sayesinde “faydalı” olabilecek fonksiyon ve içerikler de kaybolup gitmekte... Fiziksel olarak ilişkilerimizin, deneyimlerimizin kalitesi düşüyor: sinemada, yemekte, derste, toplantıda, seyahatte, tuvalette... Her dakika bağlantı halindeyiz...
Giderek bağlantı halinde yalnızlığımızı paylaşıyoruz...

Sherry Turkle’in TED konuşmasındaki gibi sosyal medya sadece ne yaptığımızı değil, kim olduğumuzu da değiştiriyor. Bu bizi yalnız ama gerçek yakınlaşmaktan korkan insanlara çeviriyor. Mesajlaşmak, e-posta yollamak, mesaj atarken yazdıklarınızı düşünecek vaktiniz var, silip değiştirmek mümkün. 
Kaybedilen ise, sohbet etmek, göz göze bakmak, birbirimizi anlamak...
Sohbet ederken diyeceklerinizi içinizden o anda geldiği gibi söylersiniz, sözlerle beraber beden dili de devreye girer. Hele bir de samimi bir kişiyse berabersek, bu ona gerçek öpücük, gerçek sarılmanın yerine hangi sembol geçebilir. Tam olarak tanımadığınız kişilerden elde edilen suni ilişkiler bize ne katıyor? İş arkadaşınızla, ailenizle, arkadaş toplantılarında, yemekte sosyal medyaya bağlanmak gerçek sohbetleri yok etmeye değer mi?


Şapkamızı önümüze koyma ve kendimizi bu konu gözlemleme zamanı gelmedi mi? Bu ilişkisiz ilişkilerin temelinde kendimiz ile olan ilişkimiz mi yatıyor? Yoksa bu yalnızlık, kendimize daha yabancı olmamızı mı sağlıyor?

13 Haziran 2014 Cuma

Labor Day


Hepimiz birbirimize bağlıyız. Bu bağlılık katman katman sistemler oluşturur. Evren’den en küçük sistem olan ailemize kadar... Aile ise temel olarak anne-baba ve çocuktan oluşur. Çocuk için anne baba Tanrı gibidir... Bu sebeple onların üzülmelerini hiç istemeyiz; bazen bilincimiz bu söyler, bazen bilinçaltımız bizi yönlendirir...

Annesi ve babası ayrı olan Henry annesi ile yaşamaktadır. Babasının yokluğu annesini üzmektedir. Hatta annesine “tek günlük koca” kuponları hazırlayan Henry,  annesinin yatağına kahvaltı getirir, onu sinemaya ve yemeğe götürür ve köpüklü bir banyo hazırlar... Daha fazlasının veremeyeceği için kendini bu konuda yetersiz ve eksik hisseder.


Kendisi de içten içe bir babaya ihtiyaç duymaktadır. Başka bir aile kuran babasını az görmektedir. Yeni sistem eski sistemin önündedir. Adele ise bir şekilde hayata hafif küskün evden pek çıkamayan bir yaşantı sürer.

Derken bir gün, bir hapishane kaçağı onların evine sığınır. Önceleri devreye giren korkunun yerini başka duygular almaya başlar. Evdeki boşluğu dolduracak kişi Frank mi? Frank’in de hikayesinin anlatıldığı dokunaklı bir film.


Konusunu Joyce Maynard’ın aynı isimli romanından almış. Yönetmen, oyuncu ve senarist Jason Reitman ise Juno ve Up in the Air ile Oscar ödülüne aday gösterilmiş takip edilebilecek bir yönetmen. Kate Winslet, yine zor bir rolde müthiş bir performans göstermiş. Finding Neverland, Eternal Sunshine of the Spotless Mind ve Oscar ödülü kazandığı The Reader filmlerini tavsiye ederim. Genellikle yan rollerde görmeye alışkın olduğumuz Josh Brolin de başarılı...


Henry: “Babamı kaybetmiş olmaktan dolayı annemin üzüldüğünü düşünmüyorum, bence sevginin kendisini kaybetmekten dolayı üzgün.”

10 Haziran 2014 Salı

Çınar


Biliyorsun ki, var bunda da bir hayır.
Yaradanın verdiği her şeye kabul...
Hissettiğin acının, dalgalanmanın arama sebebini,
Artık rüzgarla barışla zamanı.
Kahve gibi pişip olgunlaşma zamanı.

Biliyorsun ki, dönüp bakma zamanı;
Sarmaşık mısın? Yoksa ulu Çınar ağacı mı?
Ne kadar sağlam ve güçlü de dursa Çınar ağacı, 
Rüzgara karşı esnektir, hareketlidir, hayat doludur Çınar ağacı.

Uyan Çınar ağacı;
Sen ne yaprak, ne dal, ne gövde, ne de sadece köksün.
Uyan, ey bütünün parçası...

6 Haziran 2014 Cuma

Avatar


Hepimiz birbirimize bağlıyız.
Sadece insanlar değil, buna doğa, dünya...
Kısacası tüm Evren... 


2009 yılında ilk defa izlediğimde, bu 3 Oscar ödüllü fantastik bilim kurguyu hatırlarsınız insanlar değerli bir madenin olduğu bir gezegen keşfeder ve buradaki yerli Na’vi halkının yaşadığı muazzam ama bir o kadar vahşi bir ortamını yakıp yıkarlar...



Bu aynen, eski dünyanın kaşiflerinin Amerika’yı yağmalamaya başladıklarındaki Kızılderili yerli halk ile olan ilişkisine benziyor. İnsanlar son derece yüksek teknoloji ve silahlar ile gezegene gelirken, Na’vi halkı da Şamanlar gibi doğa ile uyumlu, vahşi olsun olmasın bitki ve hayvanlarla iletişim halinde ve saygılı bir şekilde hayat sürmektedir. Kullandıkları silah, Kızılderililer gibi oktur... 

Na’vi halkı insanoğlunun Evren’le olan bağını yeniden hatırladığında ortaya çıkabilecek bir evrim sonrası olabilecek muhtemel bir dünyayı yansıtıyor. Daha güçlü, daha bile, doğa ile uyumlu, bazı hayvanlar ile fiziksel bağlantılarla beraber hareket eden bir ırk...
Na’viler ayakları ile zemine bastığında ışık çıkan, onları iyileştirmek için size dokunan yaratıklar, adeta yaşam fışkıran bir dünya!



Terminator, The Abyss, Aliens, True Lies ve Titanic gibi harika filmleri yazarı ve yönetmeni James Cameron şimdi Avatar 2,3 ve 4 için kolları sıvamış durumda! 2016 yılında kadar bekleyeceğiz artık.
Neytiri: İnsanlar öğrenemiyorlar, çünkü görmüyorlar. Jake Sully: Bana görmeyi öğret. Neytiri: Kimse sana görmeyi öğretemez.
Görmeyi öğrenmeyenler kendileri zannettikleri kimliklerini doyurmak için açgözlü bir şekilde yıkmaya devam ederse Na’vilerin dünyasına sahip olamayız...

Alan Watts’ın dediği gibi:
“Kendimizi doğanın bağımsız bir denetçisi ve fatihi sayarak bir buldozer gibi ezip geçtiğimiz şeyin kendimizin daha büyük ve daha değerli parçası olduğuna gözlerimizi kapayarak ezip geçmeyi sürdürmeli miyiz?”

4 Haziran 2014 Çarşamba

Suyun Yolculuğu


Su buharlaşır, birden bire yükselmeye başlar… 
Alışık değildir buna, bu yeni bir şeydir ama hoştur bir yandan… 
Hafiflediğini fark eder; güneşin sıcaklığını, havanın serinliği, oksijenin bolluğu…

Sonra bir şey olur ve hafiflikler birleşmeye başlar; beyazın en açığından grinin koyu tonlarına kadar çeşitli renklerde birleşmeler başlar ama elle tutulacak bir şey yoktur henüz.

Ansızın gelir büzüşmeler, yoğunlaşmalar, gerilmeler… 
Moleküller yeniden var olmak istercesine su damlalarına dönüşür; dünyaya doğru yola çıkmak için en ideal şekli alır…

Artık farklı bireyler olduklarını sanarak yol almaya başlarlar. 
Kimisi büyük, kimisi küçük… 
Kimisi bereket getirirken, kimisi her alıp her şeyi sürükler, kimisi de aptal ıslatır sadece.


Yolun zorlu hava şartlarına göre kimisi sertleşerek dolu, kimisi pamuk gibi kara tanelerine dönüşür… Ani bir soğuk darbesinde buz gibi olan dolu, muhteşem desenli kar tanelerine imrenerek bakarken, bilmez ki, önce nehirler olacaklar; toplu bir şekilde farklı maceralar yaşayacaklar, en sonunda da denizler, okyanuslar olarak tekrar 'bir' olacaklar.

İşte çok benzer insanın yaşamı ile suyun yaşamı…