13 Mayıs 2015 Çarşamba

Kaç Parçasın?


İçimdeki ses şöyle diyor...
İçimde öyle yönüm var ki...
Kendime şunu söylüyorum...
Bir yanım ‘çek git diyor’, bir yanım ‘sabır’ diyor...
Hiç bu veya benzeri cümleler kuruyor musunuz? Her zaman mı? Yoksa sıklıkla mı?..

Kendi kişiliğinizin farklı yönleri var ve bunlar bazen birbirleri ile çelişiyor mu? Bu parçaların ideallerine uymaya çalışmak sizi yoruyor mu? İnsanların sizi gördükleri şekil ile parçalarınız oluşturdukları arasında farklar mı var? Ve tüm bunlar sizde stres mi yaratıyor?

Son dönemlerde yeni akımlarla gelen bilgiler bir ve bütün olmaktan bahsederken, nereden çıktı şimdi parçalar? Bir ve bütünüm deyip meditasyona oturuyorsunuz ve sorunlarınız çözülüyor mu? Yoksa ayağa kalkıp günlük hayatınıza döndüğünüzde yine başka bir şekilde mi yaşıyorsunuz?


Bilgiler güzel, bunları dile getirmek ve paylaşmak hoş olabilir ama...
Hiç Budha’nın prens olmasına rağmen tüm her şeyi ama her şeyi bırakıp hakikati aramasını, Yunus Emre’nin yürüyerek karış karış gerçeği aramasının sebebini düşündünüz mü? Madem bu kişiler bu kadar ulvi ve bilge, neden bu kadar eziyet çekip, her şeyden vazgeçtiler?
Hakikati bulmak, bir olmak için ne bir guruları vardı ne de kestirme bir yolları. Bu yolda ilerlerken aslında bir yol olmadığını da keşfettiler belki. Bireysel çabalarında belki kendilerine ilham verecek, vesile olacak üstatlar ile karşılaşmış olabilirler ama gerçek şu ki bu bir bireysel yolculuk ve zor bir yolculuk.

Gözlem
İlk aşama gözlem ile nasıl bir gerçeklik yaratmışız kendimize, bunu anlamak. Nasıl tepki veriyoruz? Neler bizi sevindiriyor? Neler bizi üzüyor? Ne zaman küplere biniyoruz? Hangi temel inanç ve düşünce sistemlerine sahibiz?

Parçaların Tanımlanması
İkinci aşama davranış kalıplarımızın ardında yatan parçalarımızı tespit etmek. Kurban, kurtarıcı, nazik, bilge, saldırgan, mücadeleci, mükemmeliyetçi vs... İyi veya kötü gibi görünen tüm parçaları.
Unutmayın içimizdeki parçaları ne kadar görmezden gelirsek, ne kadar kapalı kapılar ardında kilitlersek, o kadar bizi kontrol ederler.


İllüzyonun Dağılması
Bilinçli zihnimiz tüm davranış ve duygularımız için birer kulp bulur; ya mantıklı bir şekilde açıklar veya suçu dışarıya yansıtır. Bu tuzağa düşmeden, yarattığımız tüm hayatın sorumluluğu üzerimize almak durumundayız. Bu, parçalarımızı görmemize imkan verecektir. Üçüncü aşamada bu parçaların işlevlerini ve kaynaklarını sorgulayarak bulmak geliyor. Bağımlılıklarınız ile de aynı şekilde çalışıp, doğru cevabı bulana kadar soru sorarak çalışabilirsiniz. Zihninizin oyunlarını en aza indirmek için bunu yazılı yapmakta fayda var...

Özgürlük
Tüm aşamalardan sonra göreceğiz ki iyi ya da kötü parça diye bir şey yok. Her parçanın bizim hayatımızda olumlu ve olumsuz etkileri mevcut. Ama en önemlisi tüm bu mekaniği gördükten sonra bu parçaların biz olmadığını, neden ve nasıl devreye girdiklerini anlayabiliriz, bu da bu parçalardan bağımsız ve özgür olmak anlamına gelir...

İşte o zaman görürüz bir miyiz, bütün müyüz, kimiz, neyiz?..

8 Mayıs 2015 Cuma

İçimdeki Ses

“Siz hiç 25. saatte yaşadınız mı? Ben 25. saatte yaşamasını çok severim. 25. Saat neresi diye merak ediyorsanız, tarif edeyim. Kalabalığın içinden geçerken birden durun. Kalabalığı görebileceğiniz bir yere geçin. İşte 25. saattesiniz...”
Siz hiç denediniz mi 25. saati? Çıkıp baktınız mı koşuşturmacaya dışarıdan. Hatta çıktınız mı kendi dışınıza ve izlediniz mi kendinizi? Zihninizi... Zihnin oluşturduğu duygu ve düşünceleri... Duygu ve düşüncelerin arkasında yatanı... Bunların nereden geldiğini ve kime ait olduklarını? Zannediyor musunuz duygular kalbinizde oluşuyor? Bizi ele geçiren tüm duyguların kaynağıdır zihin. Zihin sakinleşip durulduğunda duyarız kalbin sesini ve orada çıkacak sevgiyi... 

Her şey gözlemlemekle başlar. Ancak gözlemleme yeteneğini geliştirdiğimizde gerçeği görmeye başlarız ve sis perdesi dağılmaya başlar. Gözlemlemek ne kadar zor olabilir diye düşünebilirsiniz. 'Ben herkesi, her detayı görüyorum' diyebilirsiniz... Ama burada bahsedilen gözlem için bir başka yerde durmanız gerekir. İki boyutlu dünyaya üç boyutlu bir insanın bakması gibidir, veya Mr.Anderson’ın Neo olması gibidir... 


Günlük koşuşturmanın içerisinde gören de, kendini yansıtan da zihinden başka bir şey değildir. Zihin kendisine anlayabildiği, öğretildiği ve koşullandırıldığı dünya için bir karakter yaratmakla meşguldür. Zihin kıyasla çalışır. Başkalarıyla, annesiyle, babasıyla karşılaştırır kendini. Olmak istediği imaj ile gerçekten olduğu kişi arasındaki fark onu strese sokar... Bunun adı kendini yargılamaktır:
“Ben bazen kendimi zihin hapishanesine atarım. Bulurum zihnimde hakim, savcı. Bir güzel yargılarım kendimi. Sonrada keserim cezamı, atarım kendimi zihin hapishanesine... Paşa paşa yatarım kendi yarattığım zihin hapishanesinde.”
Yargılayan kim? Mahkum kim?.. Bazen dayanamaz umursamaz oluruz hiç bir şeyi... Çabalamayı bırakır, iyice teslim ederiz kendimizi karanlık tarafa...
“Bazen kötülük üzerimizde imparatorluk kurar. Artık hayata iyi yönden bakamazsınız. Öyle zamanlarda şöyle yapın. ‘Dağılın’ deyin...”
Ta ki gün gelir, anlarız zihnimizin oluşturduğu güzellik, mükemmellik illüzyonlarını... Hayatın her yönünün içimizde olduğumuzu görürüz. Direnmeyi bıraktığımızda akmaya başlar yaşam içimizden...
 “Güzellik gerçeğe benzemiyor aslında. Hayal gibi, rüya gibi, aslında masala benziyor. Oysa ki, hayat kusurludur. Kusur insanı gerçek yapar. Ben kusurlu birisiyim, bunu kabul ediyorum. Bu demektir ki ben gerçeğim.”  

İçimizdeki Ses, kimlik bunalımında olan ana kuzusu Selim ile anne özlemi çeken Ayşıl’ın ilişkisini konu alır. Babasına benzememek için çabalayan Selim babasına benzerken, Ayşıl ise anne özlemini Selim’in annesi ile giderirken ilişkileri hiç istemedikleri bir yöne gider.
Engin Günaydın’ın yazdığı ve baş rolünü oynadığı film uyanma yolundaki ilk adımı attırabilecek bir komedi filmi... 

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Çelişki Gibi Görünür...


Bırakırsın kontrolü,

Akmaya başlar her şey ruhunla uyumlu...

Anlarsın hiç bir şeyin değerli olmadığını,

Hiçlik olur en değerli şey...

Zerre kadarsındır ama,

Aynı zamanda O’sundur.

Sıkıca tutmayı bırakırsın,

Eline gelir konar aşk...

Ne zaman istemezsin,

Olursun belli bir süre sonra...

Gidersin gidersin,

Bakmışsın ulaşılması gereken bir yer yok...

Ararsın dışarıda,

Bakmışsın her şey içeride, derinde...

Yapacağım dersin,

Görürsün ki, ortada yapacak bir ben yok...

2 Mayıs 2015 Cumartesi

The Tree of Life


“Dünyanın temellerini önüne serdiğimde neredeydin? Gündüz yıldızlar birlikte şakırken ve neşeyle Tanrının bütün çocukları neşe çığlığı atarken.” (Job 38:47)
Carl Sagan’ın muhteşem belgeseli Cosmos’u hatırlarsanız, evrenin başlangıcı olan büyük patlamadan bugüne kadar olan tüm süreyi bir tam sene gibi ele alır. Böylece büyük patlama 1 Ocağı gösterirken, günümüz ise 31 Aralıktır. Her ay yaklaşık 1 milyar yıla denk düşer. Samanyolu Martta, güneş sistemimiz ve gezegenler ise Ağustosta oluşur. Bilinen en eski canlı Eylül’de yani 4 milyar yıl önce ortaya çıkmıştır. Dinozorların dünyaya hakim olması 24 Aralığı bulmuştur... Tüm insanlık tarihi takvimin son günü olan 31 Aralığın son saatinin son 6 dakikasına denk düşer.Yazı 15 saniye önce bulunmuş, Mısır Piramitleri 10 saniye önce yapılmıştır. Bu takvime göre ortalama bir insan ömrü sadece 20 ms yani saniyenin beşte biri gibi sürede bitmektedir.

Zaman ve boyut olarak evrenin o kadar ufak bir zerresini oluşturuyoruz... Buna lakin hiç bir sorgulama yapmadan sanki evrenin merkezi bizmişiz, hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamaya çalışıyor, bir çok şeyi dert ediyoruz kendimize... Her insanın ilk önce yapması gereken varlığını sorgulaması gerekliliğidir.

Neden bu dünyaya geldik? Hepimiz, her canlı ve hatta yıldızlar bile bir gün ölecekse tüm bu evrenin anlamı nedir? Tanrı nasıl bir şeydir? Bizi gözetler mi? Yoksa o her yerde midir? Suretinden ruhumuza üflediyse ne anlama geliyor?


Budha, aydınlandığında belki bu soruların tamamına ulaştı. Ancak kendisi bunu kimseye anlatamayacağını belirtti. Dinlerin tarihine bakarsak bunun ne kadar doğru olduğunu görürüz. Demek ki, işin zor tarafı bunun cevabını ancak her kişinin kendisinin kovalaması ... Mevlana veya Yunus Emre gibi...

İşin diğer tarafı ise bu tip sorgulamalara hayatımız tıkırında giderken değil de, bir şey bizi dürttüğünde düşünmeye başlamamız. Başımıza gelecek hastalık veya kayıp gibi olaylardan sonra yapılan ilk tepki Tanrıyı sorgulamak ve ona isyan etmek...

The Tree of Life, üç oğlandan birini kaybeden bir aileyi konu alıyor. Bu kayıptan etkilenen çift ve onların ilk oğulları üzerinde geçiyor olaylar. Düzenli kiliseye giden çift bunun neden başlarına geldiğini sorgularken, filmde en ilginç bölümlerden biri ise evrenin, dünyanın ve yaşamın başlamasına ilişkin muazzam sahneler...

Filmde doğa yolu diye aldandırılan Matrix’in içindeki hayat ifade edilir. Hiç memnun olmayan, hiç yetinmeyen ve mutsuz olmak için bir sebep bulan zihin yapısı... Diğeri ise evren ile bir olduğumuz akışta yaşadığımız, kişilik dediğimiz maskelerin atılmış, unutulmuş olan... Varlığın sonsuzluğa uzandığı...

“Hayatta bize iki yol öğretilir. Biri doğanın yolu, biri lütuf yoludur. Hangi yoldan gideceğinizi seçmelisiniz. Lütuf yolu, kendini memnun etmeye çalışmaz. Unutulmaya, boşlukta var olmaya doğru yol aldırır. Hakaret ve yaralanmaları önemsiz kılar. Doğa yolu, sadece kendini memnun etmeye çalışır. Diğerlerinin de memnun etmesini ister. Patronluk taslamayı sever. Kendine ait bir yolu vardır. Mutsuz olmak için neden bulur, etrafında parlayan dünya için de...”
Baba ise hayallerinin peşinden gitmemiş, mevcut durumundan memnun olmayan biri. Çocuklarını kendi doğrularına göre büyütmeye çalışan sert bir baba, zaman zaman eşini de suçlayan... Yaşadığı dualite, hayalinde olması gereken kişi ile yaşamındaki olduğu kişi arasındaki fark... Filmin sonuna doğru kendisini şöyle ifade eder:
“Sevilmek istedim, çünkü harikaydım. Büyük adamdım.Bir hiçim. Etrafımızdaki yüceliğe bak. Ben utanç içerisinde yaşadım. Yüceliği görmedim ve onu onurlandırmadım. Ben aptalın tekiyim.”
Babasının bu tavrından dolayı ondan nefret etmiş büyük oğul ise bilinçaltından kendini ispatlarcasına babasının peşinden gitmiş, doğanın kalmadığı plazalarda, son derece lükse ve soğuk bir yaşayan ama devamlı arayışta olan biri haline gelmiştir... Kardeşini ve dolayısıyla Tanrıyı aramaktadır...
“Dünya kontrolden çıktı. İnsanlar bencil ve daha da kötüleşiyor.”
Filmin yazarı ve yönetmeni  Terrence Malick, To the Wonder filminde oldukça başarılıydı. Oscar ödüllü Sean Pean, Brad Pit ve iki kere Oscar ödülüne aday gösterilen Jessica Chastain ile kadro zengin tutulmuş.

“Ölüme sahip olmayan bir şey var mı? Gelip geçmeyen bir canlı var mı? Yüce olanı bulmalıyız. Bunun haricinde hiç bir şey bize huzur getirmez.”
“Mutlu olmanın tek yolu sevgiden geçer. Sevmediğin sürece hayatının bir anlamı yoktur.”