19 Şubat 2017 Pazar

Kabuk


Çok üşümüşsündür
Bıkmışsındır bu yalnızlıktan

Başlar içindeki arayış,
Sorgulama...

Önce ısınmaya başlarsın,
Çok hoş gelir bu.

İstersin diğerleri de ısınsın.
Görünsün ki, bu böyle işlemez...

Biraz daha ısınırsın,
Başlar başka tek başınalık...

Yanmaya başlarsın,
Belki de acıtır canını...

Sahte bir ses der ki;
"Vazgeç bu işten..."

Sonra bir an gelir ve buhar olursun,
Bir sınırın, kalıbın yoktur artık...

Zamana bağlı bir şey değildir bu,
Mertebesi de yoktur...


Sadece geçmişsindir kapıdan,
Bakmışsın kapı da yok...

17 Şubat 2017 Cuma

Split


Yaşadığımız acı dolu deneyimler ve travmalar sırasında, acı dayanılmaz ise ve özellikle de kaçmanın veya savaşmanın mümkün olmadığı durumlarda, beynimiz bizi hayatta tutmak adına, son şansını kullanır ve donma tepkisi verir. Bu durumda acılı bölüm ayrıştırılır... Karşılığında ise bir “hayatta kalma parçası” ortaya çıkar... Bu parçamız iyi ve kötü değildir... Amacı bizi hayatta tutmaktır. Kimi zaman aşırı neşeli, kimi zaman güçlü, kimi zaman bilge, kimi zaman da yaratıcıdır... Öte yandan, olayın yaşandığı yaşta kalan bir parça veya parçalarımız vardır.  Bu parçalarımız benzer durumlarda tetiklenir ve birden bire bir çocuk, kurban veya tepkili bir kısım çıkar ortaya...

Bu parçalar çoğaldıkça ve derinleştikçe, parçalanmış kişilikler ortaya çıkar... Dönem dönem bazı kişilikler kontrolü ele geçirir...

Split filmindeki kahramanımız Kevin’in durumu, bu bölünmenin fantastik boyutlarındadır. 23 kişinin yaşadığı Kevin’in bedenindeki bazı parçalar, üç genç kızı kaçırır ve olaylar gelişir. Kaçırılan kızlardan birinin de çocukluk travması vardır ve tesadüfen orada değildir... Filmde, Kevin’in hikayesi ile olan bağ çok net kurulmasa da, benzer acılar geçmiş kişiler, derinde birbirlerini iyileştirmek üzere karşılaşırlar...


Filmin ilginç taraflarından biri ise Kevin’in her kişilik parçasının farklı farklı özellikleri olmasıdır. Birisi hasta iken, öteki çocuk ve bir diğeri ise sanatçıdır...

Bu da zihnimizin ne kadar manipülatif olabileceğini kanıtlar niteliktedir. Artık bilimsel olarak da ispatlanmaya başladı gibi, bir çok hastalığın kökeninde zihinsel duygu ve düşünceler yatmaktadır. Diğer bir gerçek ise atalardan taşıdığımız genler ise bize ait olmayan duygu ve düşünceler sayesinde beynimizin kodlanmasıdır. Güzel haber ise şudur: Epigenetik, bu genlerin kişinin bakış açısını ve anlayışını değiştirdiği zaman açık veya kapalı konuma geldiğini gösteriyor...
Beyinden ibaret olmadığımıza göre, 'kişilik' beynin ürettiği anlık tezahürlerden başka bir şey değildir. 
Anlayışı derinden değiştiğinde, artık beyin kontrolü bırakır... Parçalarımız ise birer hediye olarak oradadır. Tüm parçalar kendi özellikleri ile birleşir ve tamamlanma gerçekleşir.

10 Şubat 2017 Cuma

Olanı Kabul Etmek

Her yılbaşında, geçmiş seneyi değerlendirip, yeni yıl dileklerinde bulunuyor musunuz? Bu dönemde, birçok mesaj; “Yeni yıl bize mutluluk, başarı, para, sağlık getir. Lütfen güzel bir yıl ol!”der gibidir...

Siz neler istiyorsunuz yeni yıldan her defasında? Zihniniz size oyunlar mı oynuyor? Yeni yılı kişileştirerek ondan daha fazlasını istiyor, geçmiş yılın da tüm istemediklerinizi götürmesini ve hepsini unutmayı mı istiyoruz? Genelde zihin devredeyken bu tip şeyler söyler bize... Zihnimiz ne kadar devrede? Kalbimizin sesini duyuyor, sezgilerimize güveniyor muyuz?


Dünyada iki tip insan vardır; durumdan dolayı ağırlıklı olarak kendini sorumlu tutanlar ve başkalarını ve dış etkenleri sorumlu tutanlar. İkinci tür için hava, ekonomi, memleket, sistem ve onların çevresi çoğunlukla suçludur...
İlk tür ise daha umut vericidir, sorunun kendilerinde olduğunu düşünmeye daha meyilli oldukları için çözümün de kendilerinde olduğunu çabuk kavrar ve değişimi kendilerinde başlatırlar.

Zihin hiçbir zaman değişimi sevmez, çünkü değişim beraberinde belirsizliği getirir. Belirsizlik de güvensizlik illüzyonunu... Bununla da kalmaz, kişiler haklı olduklarında beyinleri testesteron salgılar ve bu hormon insanı daha güçlü hissettirir. Bu sebeple her konuda iddia etmeye meyilliyizdir.

Olanı kabul etmeyiz, etiketler, başkalaştırır, ayırır, yargılar veya eleştiririz...  Öyleyse işe ‘Olanı Kabul Etmek’ ile başlamalı? Birçok kişisel gelişim kitabında yer almaz böyle bir özellik, ancak birçok öğretinin özünde, olanı olduğu gibi görmek ve onu kabul etmek vardır... Bir olayı, durumu olduğu gibi gözlemlemek yerine onu yargılayıp, o andaki gerçeği kabul etmekte direnç gösterirsek fiziksel ve duygusal stres seviyesinde artış olur.
Unutmamalıyız ki,  kontrol etme çabamız durumu değiştirmeyecektir. Evreninin büyük bir sistem olduğunu ve kendimizin en büyük hayrına sistemin hareket ettiğine güvenmeyi deneyebilir miyiz? Bazen bu çok kolaydır, bazen de çok zor...
“Olanı kabul etmek ve hiç bir şeye tutunmaksızın etrafınızdaki değişimin oluşmasına izin vermek...”

Eğer başımıza gelen olaylara karşı bakış açımız değişir ve farkındalığımız artarsa bu daha kolay olur. Bu toplumsal olaylar için de geçerlidir. Sonuç olarak bireyler toplu olarak olayları yaratırlar... Bireysel korkuların kolektif bir şekilde yansıması toplumsal olayları oluşturur. Yüzeydeki hikaye ne olursa olsun, bu böyledir. Bizler, ne kadar bizdeki blokajların çözülmesini sağlarsak, önce kendi hayatımız değişir, sonra çocuklarımız, sonra da toplum... Her değişim mikro düzeyde başlar; eşik aşılırsa sistemin genel kuralları değişir. Çocuklarımız da, daha özgür ve kendileri gibi yaşayacaklardır... Bizden alacakları yükler de azalacaktır.
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Hiçbir şey göründüğünün tam tersi de değildir.
Olaylar göründüğünün aksine çok farklı gerçek sebeplere dayanabilir. Bu noktada yargısız olmak, o olayı göründüğü gibi algılamanızla oluşacak yüklerden kurtulmanızı sağlar. Gerçek dinamiği anlamak şu andaki bakış açımızla imkansız gibidir. Zihinden daha ötede bir diğer gözle bakmak gerekir...


Bunu en iyi başaranlar çocuklardır; onları gözlemleyerek olayları nasıl olduğu gibi kabul ettiklerini görebilirsiniz. Bu durum, daha geniş ve yaratıcı bir dünya yaratır onlar için. Doğaları gereği an’da yaşarlar, yargısız ve tutunmasız...

Zihnimiz, duygu ve düşüncelerden oluşur, ve bunlar geçmiş kaynaklıdır... Algınız ve farkındalığınız sizi gerçeğe, o da sizi özgürlüğe götürür...
Diğer bir kabul edilmesi gereken konu da almaktır!

Verdiğiniz kadar, alıyor musunuz? Vermek, yardım etmek, saçınızı süpürge etmek, her şeye kendi başına koşturmak kolay mı geliyor? Bunun verdiği ‘haklı’ statüsünü ve hikayeyi zihniniz çok mu seviyor?

Bir şeyin akması ve gelmesi için hem almak, hem de vermek gerekir. Bu akışı sağlıyor musunuz? Size gelen yardımları, ışıkları, nimetleri kabul ediyor musunuz?
“Hayır, teşekkür ederim. Çok naziksiniz” demek ağzınızda bir kalıp olarak kaldı mı?
Bununla ilgili çocukluğunuzda ailenizden ve çevrenizden ne kadar temel inanç satın aldınız? Siz bir şey almaya kalktığınızda ne şekilde etiketlendiniz veya kendinizi etiketlediniz? Sadece gözlemleyin... Buna her şey için bakın: Sevgi, para, bolluk, yardım, takdir vs...

Debbie Ford’un dediği gibi; 
"Sadece biz almaya hazır olduğumuz zaman mucizeler hayatımızda belirmeye başlar!”
Almakla ilgili nasıl inançlarınız ve engelleriniz var?
Bir şey aldığınız zaman nasıl hissediyorsunuz?
Size bir şey teklif edildiğinde nasıl tepki veriyorsunuz?
Ve tüm bunları yaparken yaşamdan keyif almayı, her şeye bir mucize olarak bakmayı dener misiniz?

7 Şubat 2017 Salı

Click


Hayatımızın ne kadarını otomatik pilotta yaşar gibi yaşıyoruz? Koşuşturmacanın içerisinde savrulup gidiyor muyuz? Sadece yılbaşı, doğum günü gibi günlerde mi yılların geçtiğini anlıyoruz? Sadece hasta olduğumuzda mı duruyoruz? Tanıdığımız biri bu hayattan gittiğinde mi sorguluyoruz derin konuları?.. Sonra hemen, standart hayatımıza geri dönüyor ve gelecek planları içinde kayıp mı oluyoruz? İşler kontrolden çıktığında ise, hiç bir şey yetişmemiş, hiç bir şey tam olmamış bir şekilde kalmıyor muyuz? Kimseyi de memnun edememiş bir halde...

Oysa ki, tüm hayatımızı kontrol edebileceğimiz bir uzaktan kumanda  olsa, fena mı olurdu? İstemediğimiz anları hızlı saracak, hatırlamayı dilediğimiz günlere geri döndürecek, planladığımız hedeflere anında götürecek bir kumanda... Ancak unutmayın, iadesi mümkün değil!


Click filmi, ailesini daha iyi şartlarda yaşatmak, terfi etmek için kıyasıya çalışan bir mimarın, günlük işlerinden bunalıp esrarengiz bir adamdan hayatını kontrol eden bir uzaktan kumanda alması ile başlar. Kumandayı ufak ufak kullanmaya başlar... Eşi ile kavgayı, sıkıldığı aile yemeklerini, köpeği gezdirdiği, banyo yapıp hazırlandığı, hasta olduğu anları hızlı geçerken, hayalini kurduğu iş hayatındaki başarı anlarına atlayarak gider. Bir de bakar ki, hayat su gibi akıp geçmiş. Hayalini kurduğu başarılar ona mutsuzluk ve hastalıklardan başka bir şey sağlamamış...

Ya peki, ikinci bir şansımız olsaydı? Otomatik pilottan çıkıp; yaşamın hedef değil de yolculuğun kendisi olduğunu anlasak... Ya bugün yediklerimizin, aldığımız nefesin, sıcak bir gülümsemenin ve hayatımız da ‘küçük ve önemsiz’ gibi gözüken bir çok şeyin, hayatımızı oluşturduğunu fark etsek... İkinci şansımızı kullanacağımız an, şimdide; gelecekte değil...


Kabul etsek de, etmesek de, kendi hayatımızın senaryosunu biz yazar ve yönetiriz...
Biz dediğimiz, egomuz değil, onun ötesindeki özümüzdür... Kim olduğumuzu kavradığımızda, hayatın akışında oluruz ve onu kontrol etmeden yaratım ortaya çıkmaya başlar...

2 Şubat 2017 Perşembe

Aile Sistemi

Evrende her şey hareket halindedir, her şey, en temelinde enerjiden oluşur, her şey birbiri ile etkileşim halindedir… Bu etkileşimler sonucunda sistemler ortaya çıkar. Her küçük sistem, daha büyük bir sistemin parçasıdır… Bu şekilde devam ettiğimizde ise karşımıza tek bir sistem çıkar…


İnsanlar olarak bizi en yakından etkileyen sistem ise Aile Sistemi’mizdir. Toplum, kültür, fanatik düzeyde taraftarlık, inançlar, büyük anlaşmazlıklar ve savaşlar da bizi etkileyebilir. Hiç yapmak istemediğimiz şeyleri yaparken, hep yapmak istediğimiz şeyleri de yapamaz bir halde buluruz kendimizi. Bilinçaltı ve kolektif bilinçaltı, davranışlarımızın neredeyse yüzde doksanını kontrol ederken, kendimizi kontrolünü kaybetmiş bir maymun gibi hissederiz. Daha çok zıplar, çabalarız, konuşuruz, bağırırız, ancak bu daha da batmamıza neden olur. Bazen pes eder, tüm bunları kader olarak adlandırırız. Acı dayanılmaz olduğunda ise kendimizi avutacak bir şeyler buluruz: İlaçlar, alışveriş, iş, yatıştırıcılar, sosyal medya, cinsellik, veya oyunlar… Adı güzel gibi gözüken sinsi bağımlılıklar da hayatımızı sarabilir; aşırı ebeveynlik, yardımseverlik, spiritüellik…

Bizi derinden etkileyen derin güçler nasıl çalışır? Sistemlerin kanunları, Kaos Teorisi’ne benzer.

Hareket ve Denge İhtiyacı
Her zaman bir hareket vardır; tam bir denge sağlanamasa da dengeye doğru bir hareket olur… Sistemin temel amacı sistemi hayatta tutmaktır. Bireyler ikinci derecede önemlidir. Sistem boşluk kabul etmez. Örneğin, bir ailede baba erken vefat etmişse, onun yerini evin büyük oğlu alır… Her şey yolunda bile olsa, tüm gerekli çalışmaları yapsak da, sabitlik ve durağanlık mümkün olmadığı için değişiklikler olmaya devam edecektir… Belki de en dengeli durum, bir cambazın tabakları çevirdiği ve tabakların düşmediği bir gösteriye benzer.

Nedensellik ve Etki
Zihnimiz doğrusal çalışır. Her sonuç için bir neden ararız. Başımıza gelenler için de, başka birini sorumlu tutar, suçlu ararız. Bazen de kendimizi suçlarız. Sistemler ise doğrusal değildir; neden sonuç yasası işlemez. Bir bilim adamının dediği gibi, “Kekin nasıl yapıldığını anlamak için büyük patlamaya kadar geriye gitmemiz gerekir.” Her olayın bir çok nedeni vardır… Hesap tutmaya kalkarsanız, Adem ve Havva’ya kadar gitmeniz gerekir. Tek bir sorumlu veya suçlu aramak, olaylara dar bir açıdan bakmaktır ve neticede kendimizi kandırmak olur.

Bir olay, birçok başka olaya etkiye sahiptir. Etkinin ne zaman ve ne şiddette olacağını kestirmek mümkün değildir. Bir bakıma evrende olan olaylardan tek başımıza sorumlu olmamız mümkün değildir. Ne tamamen bir kişiyi, ne de tamamen kendimizi suçlamak doğru olacaktır. Bakış açımızı genişlettikçe anlayışımız genişleyecek ve bütünü görmeye başlayacağız.


Öte yandan, bu hiç bir şeyden sorumlu olmadığımız anlamına gelmez. Büyük bir sistemin bir parçası olarak bizim de her eylemimizin bir etkisi vardır. Hepimiz birbirimize etki ediyor, birbirimizin hayatına dokunuyoruz; başkasına yük oluyor, başkasının yükünü taşıyoruz… Daha iyisini bilmediğimiz için yanlış bir şey yapıyor, anlamadan acı çekiyoruz… Hepsinin temelinde ise birbirimize olan bağımız yatıyor… Bu bağa ‘sevgi’ demeyi tercih ediyorum. Gündelik hayatımızda kullandığımız sevgi sözcüğünden daha derin bir sevgi kavramı bu… Her çekilen acının ardında sevgi arayışımız yatmaktadır. Bu acılardan çekinmeyin, saklanmayın, araştırın… Ardında derinleşmeyi arzulayan sevgiyi bulacaksınız… Hem bağlı, hem özgür…

Sonuç
Olan olayların ardına bakmak, bakış açımızı genişletmek, anlayışımızı geliştirmenin en temel yollarıdır. Sağlıklı bir sevgi akışı içerisinde aile sistemimizde yer aldığımızda artık hayatı almaya, hayatı ve onun getirdiklerini kabule etmeye hazır bir hal ortaya çıkar…
Olayların meydana geliş şeklinden biz sorumlu değiliz, ancak eylemlerimizin ardındaki niyet kesinlikle bizim elimizdedir…