23 Şubat 2014 Pazar

The Soloist


“Güzellik, sanattır; müzik güzelliktir.” [Nathaniel Ayers]

Kendini tıkanmış hisseden köşe yazarı Steve Lopez, evsiz müzisyen Nathanel Ayers ile tanışır. Ayes’in bu sıra dışı ve gerçek hikayesi önce gazetede bir yazı dizisi, daha sonra da kitaba ve de beyaz perdeye aktarılır.


Ayers küçüklüğünde bir çello öğrencisidir ve muhtemelen ailevi problemler ve hayata olan güvensizliğinin neticesinde şizofren olur. Annesinin ölümünden sonra Los Angeles sokaklarına yerleşir. Beethoven hayranı olan Ayers, belki de kaderini de ona benzetmek ister... Çellosu olmadığı için kırkı dökük bir kemanla idare etmektedir. Hayatına Steve Lopez girene kadar.

Bisiklet kazası sırasında kafasını yere vuran Lopez için değişimin sinyali verilmiştir.
Steve Lopez, sokakta tanıştığı Ayers’i ilginç bulur; Ayers çok yeteneklidir... Lopez, onun hikayesi hakkında yazı dizisine başlar. Bunun, ona da bir şekilde yardımı olacağını düşünür. Sevgiye kapalı olan ve sevginin bir şekilde sorumluluk ve ardından da başarısızlık getireceğine inanan Lopez, daha büyük bir sınavdan geçmektedir.
 


Steve Lopez: “Onun beni sevmesini istemiyorum. Bu kötü bir fikir. Bu ‘Seni seviyorum Steve’ daha sonra “Beni hayal kırıklığına uğrattın Steve” e dönüşecek. Bu benim kısıtlı deneyim.

Ancak tüm hikayenin ardından gözüken şu ki, Ayers, Lopez’in hayatına ona katkı sağlamak amacıyla girmiş. Lopez yazısının sonunda Ayers’in cesareti, tevazusu, sanatına olan inancından çok etkilendiğini belirtir. Bu, onda sevdiğiniz her ne varsa onunla inanmanın, onunla bir olmanın onurunu hatırlatır.


Tarantino filmi Django Unchained’in yıldızı, 2005’de Ray filmindeki rolü ile Oscar ödülünü kazanmış  Jamie Foxx yine sıra dışı. Lopez’i canlandıran Robert Downey Jr. oyunculuğu tartışılmaz; bu filmde de muhteşem.

Son olarak İngiliz yönetmen Joe Wright’i atlamayalım. 
Anna Karenina, Hanna, Atonement, Pride & Prejudice... 2015’de ise Peter Pan’in hikayesine hazırlanıyor: Pan!

Steve Lopez: “Hiç kimseyi, onun müziği sevdiği kadar sevmedim.”

10 Şubat 2014 Pazartesi

$50K and a Call Girl: A Love Story


Ölüm...

Ölüm varsa doğum da var... Ana rahminde döllenmiş bir yumurta kendi halinde duran tek bir hücre birden bire pıt diye ikiye çoğalır ve biz ‘kendimiz’ diye tabir ettiğimiz şeye dönüşürüz. Bunu biz diye tanımlamak ne kadar mantıklıysa ölümün de gerçek bir son olduğuna inanmak o kadar mantıklıdır.

Doğum ve ölüm; yine bir dualite... 

Egonun en sevdiği... Bir "ben" ancak bir "başkası" ile var olabilir...

Aslında üzülen, acı çeken, korkan sadece zihnin yarattığı kimliğimiz değil midir?
Ölen sadece o değil midir? Kısa bir süre de olsa bedenin ölüm deneyimini yaşayan insanlar nasıl daha bu kadar güven içinde ve huzurlu olabiliyorlar. Bizim bu gerçeklikteki kısıtlı deneyimlerimiz bunun atlatılması güç bir travma sebebi olması gerektiği yönünde olmaz mıydı?

Belki de bu gerçeklikten bir şekilde göçmek üzere olanlar gerçekten tutunacak hiçbir şeyin olmadığı ve gerçekten hiç şeye sahip olunamayacağı ve bunun gerekliliğinin olmadığını mı fark ediyorlar?


Beden, bize iletmek istediklerini çok radikal bir şekilde mi iletiyor? Bir çok kişinin muazzam dönüşümleri, sevgi dolu olmaları çok ağır gibi gözüken olaylardan sonra mı başlarına geliyor?

Diğer bir konu ise zaman... Doğum ve ölüm varsa, arada geçen bir zaman da olmalı. Kuantum fiziği kuramlarına göre, tüm maddelerin derinliğine inildiğinde boşluk ve enerjiden başka bir şey bulunamıyor. Kuantum seviyesinde ise ölçüm, lokasyon ve zaman gibi kavramlar eriyip gidiyor... Sadece tüm evren birbirine bağlı olduğu bir enerji olduğu kuramı kalıyor. Buna göre de zaman, dolayısıyla ölüm diye bir kavram ortada kalmıyor.

Peki, tüm bu sorular çok düşük bütçeli, yönetmeni, yazarı ve oyuncusu ‘Bir’ olan bu 50 bin dolar ve telekız isimli filmden mi kaynaklanıyor? Benim için sanırım evet...


Kansere yakalanan ve son günlerini bekleyen Ross, abisi Seth ve nişanlısı Lauran’ın evlilikleri için ayırdıkları 50 bin dolar ile son isteklerini yerine getirmek için bir yolculuğa çıkar. Bu macera herkesin kendini bulma yolculuğu olur. Zihinde oluşan tüm duygu ve düşünceler sustuğunda ortada kalan tek şey sevgiyi bulma yolculuğu...

Hayatlarını yaşamayan kişiler, Ross'un bu deneyimi sayesinde yaşamaya ve kendilerini daha iyi tanımaya başlıyorlar...

Her ne kadar romantik ve bir o kadar da hüzünlü bir film gibi gözükse de konuyu harika bir şekilde irdelemiş Seth Grossman...