25 Haziran 2018 Pazartesi

The Glass Castle



Bazılarımızın çocuklukları zor geçmiştir. Hatta bunun temel sebeplerinden biri ebeveynlerinin davranışları olabilir. Bizi korumak ve büyütmekten sorumlu olan ve sevdiğimiz anne ve babamızın bize isteyerek veya istemeyerek zarar vermesi çocukluk halimizi ikilemde bırakır. Çocukluk döneminde kendimizi savunabilecek fiziki ve ruhsal güce sahip olmadığımızdan dolayı, beyin travmatik olaylar karşısında bedeni korumaya alırken, karşılığında bir hayatta kalma parçası yaratır. Bu parça güçlü, inatçı, yardımsever, komedyen veya inkar eden bir şekilde ortaya çıkabilir.

The Glass Castle filminin kahramanı Jeannette, sorumsuz anne ve babanın en büyük kızları... Küçük yaştan itibaren iki kardeşine göz kulak olurken yemekleri de genellikle Jeannette yapmaktadır. O da çoğu küçük kız gibi babasına hayrandır. Onun söylediklerine inanır ve yapacağı evin hayallerini kurar. Oysa gerçekte oradan oraya savrulup dururlar, babasının doğru dürüst bir işi yoktur, annesi de evde devamlı resim yapıp çocukları ile fazla ilgilenmemektedir.

Jeannette ise artık büyümüş ve şık giyinen bir yetişkin olmuştur. Finans sektöründe çalışan nişanlısının ailesine kendi ebeveynleri hakkında yalanlar söyleyerek onları saklamaktadır. Ailesinden ve geçmişinden utanmaktadır. Onları reddedip kendine bam başka bir hayat kurmaya çalışır. Derken bir gün anne ve babası ile nişanlısının ailesi tanışır. Babası da damat adayını beğenmez; ona göre nişanlısı yaşam dolu değildir. Babası mevcut sisteme karşı gelmiş ve değişik bir özgürlük anlayışı ile yaşamıştır.
“Zengin insanlar şık apartmanlarda yaşar. O kadar meşgullerdir ki yıldızları görmezler. Doğru düzgün hiç bir yere gidemezler.”
Jeannette tüm bunları yaşarken, çocukluğunu ve gençliğini hatırlar. Babasının ona yüzme öğretmek için defalarca suyun içine atışını, yemek yaparken elbisesinin alev alıp derisinin yanmasını, babasının alkolik olduğu dönemleri, evde aç kaldıkları günleri...


Babasının bu davranışlarının ardında yatan aile dinamikleri ise, babaanne ve dede ile geçirdikleri vakitte gizlidir. Babaanne son derece baskın, sevgisiz, şiddet dolu bir kadındır. Dede de bir o kadar suskun... Hatta Jeannette, babaannesini erkek kardeşini taciz ederken yakalar ve onu korur. Babasının da aynı kaderi yaşadığından şüphelenir. Dolayısıyla baba da kendi ebeveynlerinden fazla bir şey alamamıştır. Kendince elinden gelenin en iyisini yapmıştır.

Tüm bunlar, babasını temize çıkarmaz ancak Jeannette, hayatı boyunca yaşadıklarının ona özel deneyimler olduğunu ve kazançlarını fark ettiğinde kendini çok şanslı görmeye başlar. Babasının ona verdiği öğütleri hala hatırlamaktadır:
“Bütün canavarlar aynıdır. İnsanları korkutmayı severler, ama onlara korkusuzca bakarsan kuyruklarını kıstırıp kaçacaklar.”

18 Haziran 2018 Pazartesi

Bir Ben Var Benden İçeri...


Aydınlanma çılgınlığı batıda olduğu gibi bizim toplulumuzda da bir pazara dönüşmeye başladı. Bir anda ulvi yeteneklere sahip olanlar, beş dakika tüm sorunlara çözüm bulanlar, çözüm bulamayınca da topu size ve zamana atanlar, daha neler neler... Eskinin üfürükçü hocaları yerine daha şık bir ortam ve aletlere bıraktı. Elbette her alanda olduğu gibi işini yıllarca eğitim ve özümsemeden sonra yapanlar ve sadece diğer insanlara vesile olan, içtenlikle işlerini yapanları bir kenara koymak gerekiyor. Hemen hemen tüm zamanların en büyük kısır döngüsü ise; seçilmiş kişiler/ilahlar ve onların takipçileri...

Hayatımızdaki yolculukta maddesellik ve rekabet üzerine odaklanmış sistemin dışına çıkıp evreni, varoluşu, kendimizi sorgulamamız oldukça önemli bir adım. Bu yolculuğa çıkmak ilk başta mevcut egomuzun/kişiliğimiz ve değerlerimiz sorgulanması ile başlar. Karşımıza çıkacak engellere geçmeden, sorulması gereken en önemli soru? “Ben kimim? Veya Ben Neyim?”... Basit bir soru gibi görünebilir, oysa sorudaki ‘ben’ bilinmiyor... Dolayısıyla özne ve soruyu soran kim?.. Herkesin bu soruyu içtenlik ve ısrarla sorması ve bunu tek başına yapması şart. Karşımızda çıkan bir kitap, bir hayvan, bir kişi bize yolu işaret edebilir, ancak ezbere dışarıdan verilemeyecek bir cevaptır bu; Yunus’un tüm Anadolu’yu karış karış gezip arayıp durduğu cevap, geri döndüğü noktadır aslında...

Ölmeden önce ölmektir yolculuk; egonun, kişinin ölümdür bahsedilen... Ego ise kurnaz; kendine para, unvan, güzellik, konum gibi daha maddesel oyuncak yerine, daha ruhsal oyuncaklar bulur: “Olduk biz olduk, sen merak etme. Anneannemiz de şifacıymış zaten...” der belki de... ‘Ben’ olan her cümlede ego var olmaya devam eder. Egonun yandaşçısı olan bir çok engel çıkar önümüze:

Kişisel Gelişim
En yaygın kullanımı ile kişisel gelişim, uykudayken daha güzel bir rüya görmemizi sağlayan bir mekanizmadır. Kişi kavramının yok olması gerekirken biz onu geliştirmeye çalışırız. Gelişmesi gereken bir kişi vardır. Gelişmesi gerekiyorsa mevcut durumumuzda bir sakatlık vardır demek ki. Sonuç olarak ortada bir gelişme hedefi vardır. Hedef varsa zihin oradadır.


“Kendimi Buldum!”
Bu cümle de kendi içinde çelişkilidir. Mevcut sisteme hizmet etmeyi bırakıp daha değerli faaliyetler içerisine giren, doğaya, hayvanlara ve diğer insanlara yardım edenlerde sıkça görülebilir. Paylaşmak, birey olmadığını kavramak ve herkesle, her şeyle bağlantıda olduğunu anlamak sonucunda ortaya çıkacaktır. Öte yandan, ‘yardım etmenin’, ‘paylaşma’nın ardında bilinçaltı güdüleri varsa kişinin iç parçaları beslenmektedir. Bu durum, maddesel dünyada hırslı olmaktan çok daha sinsi bir durumdur. Dolayısıyla kişinin iç parçalarını ve bilinçaltı dinamiklerini kavraması gerekir. Bunun için aile sistemi çalışmaları iyi bir araçtır.

Hikayemiz ve Acımız
Yaşadıklarımız, hikayemiz ve ortaya çıkan üzüntü ve acının dozu yüksek olabilir. Bu durumda içimize dönüp bakmak, sorgulamak zor görünebilir. Unutmayın hiç bir zaman yalnız değilsiniz. Benzer olayları acıları yaşayan veya yaşamış binlerce insan var. Her olay, her kişi bizim iç dünyamız bir yansıması. Her ilişki bize bir mesaj vermeye çalışıyor. Bazı nefes egzersizleri, yoga veya beden üzerinde çalışarak, duyguları taşıyan bedeninizi rahatlattıktan sonra içe bakmak çok daha kolay olacaktır.

Tepkilerimizi Kontrol Etmek
Sıkça duyulan konuşulanlardan birkaçı da şöyle: “Ben korkumu yendim” veya “Artık öfkemi kontrol edebiliyorum”. Cümlede geçen ‘ben’leri bir yana bırakacak olursak, kontrol zihnin bize öğrettiği illüzyonların başında gelir. Kontrol etmek için sebep-sonuç ilişkisini anlamak gerekir. Oysa olayların nedeni oldukça karmaşıktır. Gerçekte hiç bir şey bizim kontrolümüzde değildir. Bu tamamen kaderci bir anlayış da değildir. Dolaylı yoldan, anlayışımızı geliştirdikçe hayatımıza gelen olay ve kişiler değişmeye başlar ve bizler hayatın keyfini sürmeye başlarız. Duygulara gelince, duygular daha önceki birikimlerin tetiklenmesi ile oluşur. Oluştuktan sonra duygunun akmasına, ifade edilmesine izin verilmelidir. Mümkünse kendi başınıza... Dans meditasyonu veya dinamik meditasyonlar çok etkilidir. Duygular salındığında artık fiziksel olarak tepki vermeye gerek yoktur. Zihinde sakinleşmeye başlar ve derin bir anlayışın oluşması için bir ortam oluşur.
Kısacası olaylara karşı tutumumuzu değişitirdiğimizde, genel bir anlayış hüküm sürmeye başladığında çok daha büyük bir şeyin parçası olarak nehirde uyumlu bir şekilde akmaya başlarız.


Anda Olmak
Anda olmak ve farkındalık kavramları artık ağızda sakız gibi... Bu konu hakkında sayfalarca kitaplar da yazılsa, kelimeler bizi zihnimize götürüyor. Sol beynin bir işlemi olan okuma ve dil becerisi, kelimeler ile yapılan iletişimi zorlaştırmakta. Bu kavramlar zihnin sessizleşmesine işaret ediyor. Tamamen tüm gününüzü arkada bir gözlemci gibi geçirene kadar, basit ve kısa egzersizlerle anda olma kavramını algıyabilirsiniz. Nefese odaklanmak ve bedeni hissetmek bizi anda tutar... Gözlemci olmak da farkında olmamızı sağlar. Zihinde oluşan duygu ve düşünceleri takip etmek, bunlara verilen otomatikleşmiş tepkileri görmek yapılacak en önemli adımdır. Yılmadan, sabırla, içtenlikle...

İlahlaştırmak
Birini takip etmek, onun himayesi altına girmek zihnin doğasında vardır. Beyin bedeni hayatta tutmaya çalışır. İlk çağlardan beri bilir ki bir kabileye ait olmazsa hayatta kalamaz. Bu sebepte zihinden yaşayan biri kabilenin liderini takip etme eğilimindedir. Bu, lidere sorumluluk vermek ve edilgen bir tavırda sorumluluktan kaçmak anlamına da gelir. Onlar seçilmiştir, biz ise seçilmemiş... Bir yandan kolaya kaçarız, bir yandan başkasını överek, onun veya o öğretinin himayesine girerek kendimizi güvende hissederiz.

Yunus da, Tapduk Emre'nin yanında bir süre kaldıktan sonra kendi yolculuğuna çıkmıştır... Yol gösterenler de olsa, kimse kimseden üstün değildir, önemli olan kim olmadığını anlamaktır. 

Acılardan Kaçınmak
Yunus Emre’nin yolculuğunda yaşadığı ızdırap, bu yolculuğun çok da kolay olmadığını gösterir. Elbette çok acılı olmasına gerek olmayabilir. Bu bir bakış açısı değildir. Temel inanç da değildir... Piyasaya baktığınızda bizleri yolculuğa çıkartacak kitap, eğitimler değil de, hemencecik, kolayca, sihir gibi gözüken etkinlikler revaçtadır. “Bugün on dakika meditasyon yaptım, beş dakika yoga, üç tane olumlama... süper!” Oysa tüm hayat boyu oluşan devasa bir kişilik yavaş yavaş veya aniden yıkılacak ve bu tamamen acısız olacak. Keşke...

Anlayış gelişmesinde aşamalar kısa ve uzun olabilir, şiddeti de değişebilir, ancak sıralama genellikle değişmez: Ego, yüzleşmek istemediği bir durum ile karşılaşırsa önce öfke ortaya çıkar, sonra inkar gelir, sonra üzüntü... Tüm bunlar bittikten sonra affetme ve kabul gelir...

Tüm bu engellerin aşılması için gereken içtenlikle yürümeye devam etmektir. Her şeyin ana kaynağına ulaşmak için derin kazmalı ve bu yolculuk sırasında olayları ötesine bakarak anlayışımız geliştirmeliyiz... En sonunda tüm hikaye ben kelimede özetlenir bir hal bulacaktır.

Bir ben var bende içeri...

7 Haziran 2018 Perşembe

100 Metros


"En önemli şey kazanmaktır. Sadece kazanmak. En iyi olmak. Ama... Michael Jordan, Nadia Comaneci, Jesse Owens ve Johan Cruyff. Onlar doğru olanı yapmaya çalışmadılar. Oraya gidip keyfine bakmalı ve rakiplerinin kanını dondurmalısın. Gece yarısı gelen bir çağrı gibi. Bu yüzden bize ihtiyacın var. Çünkü sen ümitsiz biri olmak istemiyorsun. Sen demir adam olmak istiyorsun.”
Olmak istiyorsun... Bir şey olmayı istemek ne demek?
Bazı kavramları hiç sorgulamak doğru olarak kabul ederiz. Üzerinde düşünmeye ihtiyaç bile duymayabiliriz. Herkes – hemen hemen herkes – bu şekilde düşünür ve onaylar. Bir şey olmak, şu anda olduğumuz durumdan memnun olmamak anlamına gelir. Oysa ne olduğumuzu biliyor muyuz? Kim olduğumuzu? “İlim bilmek kendin bilmektir” derken Yunus Emre’yi anlayabiliyor muyuz?

Oysa doğduğumuzda her şey ne kadar kolaydı. Ağladığımızda annemiz altımızı değiştiriyor, besliyor ve gazımızı alıyordu. Başka bir derdimiz yoktu. Her şey çocukluğa geçerken olmaya başlar. Anlarız ki savunmasız küçük bir bedene sahibiz. Anne ve babamız olmazsa hayatta kalamayız. Bu sebeple hayatta kalma taktikleri buluruz kendimize. Anne ve babamızın dikkatini çekecek, onayını alacak epeyce davranış modeli oluştururuz. Aile ve toplum bizi şekillendirmeye başlar. Bu koşullanmanın temeli zihnin temel çalışma prensiplerinden en önemlisine dayanır: Zıtlıklar ile öğrenme... İyi-kötü, doğru-yanlış, kısa-uzun derken karşılaştırma düşünmenin temelini oluşturur. Tüm bu bakış açısı en sonunda çağımızın en büyük hastalıklarından birinde son bulur: Rekabet...


100 Metre filmi, 35 yaşında MS hastalığına yakalanan Ramon’un gerçek yaşam hikayesini konu alıyor. İspanyol Ramon işinde başarılı biridir. Güzel bir eşi ve evi vardır. Ramon’un kök ailesi hakkında bilgi olmayan filmde, Ramon’un kayınpederi olan ilişkisinden başka bir problem yok gibidir. Tam bu sırada hastalığı ortaya çıkar. O sırada eşi hamiledir ve bir süre sonra çiftin bir çocukları olur.

Ramon’un kayınpederi Manolo, çocuk gibi davranan, ot içip kendi kendine yaşayan biridir. Torununun deyimiyle, ne babası ne de dedesi olgun değildir... Çocuk kalan büyükler ise, kendi çocuklarına sevgi aktarmakta zorlanırlar. Kendi içlerindeki çocuğa giden sevgi akışında bir kesinti olmuştur muhtemelen...

Ramon, artık çalışmaz durumdadır. Tüm o kurduğu hayat, kimlik çökmüştür. Eşi ona müthiş bir destek sağlamaktadır. Hastanedeki tedavi sırasında hastalığa boyun eğen bir çok kişi görür. Oysa o bu kimlik yerine, Iron Man (Demir Adam) olmayı seçer. 3.8 km yüzecek, 180 km bisiklete binecek ve 42 km koşacaktır... Ramon, 100 metre bile tek başına yürüyememektedir.
Eşi kocasına sorar: “Neden MS hastası biri, Demir Adam olmak ister?” Kocası cevap verir? “Neden hasta olmayan biri Demir Adam olmak ister?”
Belki de cevap aranması gereken en önemli sorular bunlardır. Gerçekten derine gidip cevabı bulduktan sonra neden bu hastalığın Ramon’u bulduğunun sorusu sorulabilir. Çünkü artık biliyoruz ki, hemen hemen bütün hastalıkların kökeninde psikolojik nedenler ve ailemizden taşıdığımız kader var.


Bu zor sorular hikayenin bir parçası değildir... Eski antrenör olan kayın-peder ile Ramon’un ilişkisi bir anda değişir. Manolo için bir hayat amacı haline gelen Ramon’un projesinde, Ramon’un eşi tek başına evi geçindirmeye başlar. En sonunda Ramon bu sportif faaliyeti tamamlar... 

Oysa içeride tamamlanmayı bekleyen şey nedir? Hastalıkla mücadele etmek ve yaşama bağlanmak harika bir şey elbette. Mücadele olması, hayata tutunması... Öte yandan bunun bir fiziksel zorlama, bir unvan olması, alkış alması... İşte tüm bu alkışlar, Ramon’a destek midir? Saptırıcı mı?.. Bunlar tarafsızca, hiç bir koşullanma olmadan tamamen boş bir zihinle bakılması gereken zor sorular...