29 Mart 2015 Pazar

About Time

“Hepimiz hayatımızın her günü zaman içerisinde beraber yolculuk ediyoruz. Yapabileceğimiz tek şey bu harika yolculuğun tadını çıkarmak...”
Gerçekten sahip olduğumuz tek şeyin zaman olduğunu iddia edenler var. Bu gerçekten doğru mu? Gerçekten zamandan başka bir şeyimiz yok mu? Zamanın bizim için anlamı nedir? Zaman kısıtımız olmasaydı ne olurdu? Ölümsüz olurduk. Demek ki zaman, fiziksel olarak ölümümüze kalan süreyi simgeliyor. Düşünmekten kaçındığımız, ötelediğimiz ve belki de düşünmemek için devamlı kendimizi meşgul ettiğimiz ölüm. İş hayatımızla, emeklilik planlamalarıyla, özel ilişkilerimizle, bağımlılıklarımızla, hobilerimizle, sözde aydınlanma çalışmalarımızla hayatımızı yönlendiren duygu ve düşüncelerle dolu bir zihin...

Ne zaman ki, ölüm fikrine karşı mücadeleye bırakırız, o zaman gerçekten görürüz ki sahip olunacak da kaybedilecek de hiçbir şey yok ortada. Sonunda tam anlaşılamayan anı yaşamak kalıyor geriye...


About Time (Zaman Hakkında) filmi konuya ilginç bir açıdan bakıyor. Diyelim ki kendi yaşamınızda istediğiniz bir ana tekrardan geri dönüp işleri dilediğiniz gibi tekrardan yaşayıp, olayların akışını değiştirebiliyorsunuz. Tim’im ailesindeki erkekler böyle yeteneğe sahiptir ve Tim başta kız arkadaş ayarlamak ve her anıyı mükemmel yaşamak için bu özelliği kullanırken, birden bire ablasının kazası, babasının ölümü gibi daha yoğun olaylar karşısında nasıl tercihler yapması gerektiği konusunda kendisini çelişki yaşamaya başlar.
Mücadele etmekten, hayatın dinamiklerine karışmaktan ve vedalaşmamaktan yorulur Tim... Ve bir gün şu kararı verir:
“Ve en sonunda zaman yolculuklarımdan nihai dersimi aldım; ve babamın yaptığının bir adım ilerisine gittim: Gerçek şu ki, artık bir gün için bile olsa zaman yolculuğu yapmıyorum. Sadece her günü, sanki o günü düzeltmek veya eğlenmek için geri gelmişim gibi düşünerek, yaşamaya çalışıyorum, sanki o gün benim sıradan ve sıra dışı yaşamamın en son günüymüş gibi...”

Bu hayatın son günü gibi yaşamak kavramını duymayan kalmamıştır sanırım ve bu felsefe ile hayatını değiştiren kaç kişi vardır. Şu anda bu yazıyı okuduğunuza göre az da olsa bir vaktiniz vardır ve bu felsefe belki de tüm bedeninize, tüm hücrelerinize nüfuz eder ama bir dakika sonra bebeğiniz ağladığında, patron bir şey istediğinde, gelen iş mesajlarına baktığınızda “hayatınızın gerçekleri” sizi tekrardan ele geçirir. Konu ölüme direnmek, kaçmak değil, konu onu işbirlikçiniz yapmaktır. Onu kabullenirseniz, korkacak bir şey kalmaz... Korkacak bir şey kalmadığında gelecek illüzyonu yok olur. Gelecekle ilgili tasalanmaktan vazgeçmeye başlarsınız. Zaman, ölüm, korku, gelecek kaygısı... Sonunda karşınıza egonuz, sahte kimliğiniz, maskeleriniz, bu hayattaki bağlarınız kalır geriye...
Anı yaşamak için direnmeyi bırakmak gerekir
Bunu da her gün, öleceğinizi hatırlayarak, sahip olunacak veya kaybedilecek bir şey olmadığını hatırlayarak yapabiliriz. Sarı Saltuk’un Yunus Emre’ye dediği gibi:
“Aşk, bir güneşe benzer. Ölüm denen perdeyi deldiğinde bu sırra erişirsin. Bunun için ölmeden ölmen gerekir.”

27 Mart 2015 Cuma

Kaya mı? Su mu?


Kaya mı daha dayanıklıdır? Yoksa su mu? 
Bu nasıl bir soru demeden önce, zihninizin nasıl çalıştığını gözlemleyin. Nasıl bir tepki veriyor? Otomatik düşünce kalıplarınız neler? Tarafsız düşünceye ancak berrak ve şartlanmamış bir zihinle ulaşırız.

Soruya geri dönecek olursak... Kayaya su damlatırsak, görünürde hiçbir şey olmaz. Ancak bunu yeterince uzun bir süre yaparsak, kaya yıpranır ve aşınmaya başlar. Bu şekilde, cılız gibi gözüken nehirler, vadiler açmışlardır. Bu demek oluyor ki, her bir su damlası çok çok az da olsa kayada bir etki yaratıyor. 

Eğer bir kayayı göle atarsanız ne olur? Kaya suya çarpar, az da olsa bir reaksiyonla karşılaşır, ancak hemen batmaya başlar. Kayanın suya düşüşünden dolayı dalgalar oluşur, bir süre dalgalar gider ve gelir... Sonrasında su tekrar eski sakin ve dingin şekline geri döner. Göl yeterince derinse, her kaya attığımızda aynı durum tekrarlanır. Su kayaya direnmez; onun varlığına, olana teslim olur. 

Belki de, birçok kadim öğretinin ortak fikri de budur; teslim olmak...
Anlayabilmek, devam etmek, hayatı dolu dolu yaşamak için teslim olmak. Bir yelkenlinin rüzgarla uyumlu bir şekilde hareket etmesi gibi...
Ancak gerçekten teslim olduğumuzda anlarız;
Teslim olanın da, düşmanın da biz olduğumuzu...
O zaman ne düşman kalır ne de "ben"...

23 Mart 2015 Pazartesi

Perde


Yağmurlu, karanlık bir güne benzer
Zihnimizin durumu...
Hava bazen şiddetlenir;
Şimşekler çakar, yıldırımlar düşer.
Bazen sadece yağmur yağar...
Bazen de hava puslu ve kapalıdır.
Göremeyiz güneşi.
Güneşsiz bir gün deriz kendi aramızda...
Bir gün gelir inanırız bu söylediklerimize.
Güneş her zaman olduğu yerde parlamaktadır.
Sadece bulutlar perdelemiştir onu,
Tıpkı  gerçeğin perdelendiği gibi...

21 Mart 2015 Cumartesi

Are You Here


Zihnin en temel öğrenme şekli ikilemle oluşur; iyi ve kötü, güzel ve çirkin, masum ve suçlu, doğru ve yanlış gibi... En önemli duyumuz olan gözümüz kontrast ile algılar dünyayı. Düşüncelerimiz her zaman bu ikilemle ile şartlanmış ve koşullanmıştır. Önce ailemiz, sonra da çevremiz, kültürümüz bize doğruları ve yanlışları kodlamıştır. Biz de bunlara en uyumlu maskelerimizi takınır uyumlanırız. Uyumlanmayı reddedenler ise başka maskeler takarlar... Deli maskesi, çılgın maskesi, umursamaz maskesi, hayırsever maskesi... Maske iyi olarak nitelendirilse de fark etmez, maske maskedir. İyi ve kötü olması bir tarafın seçilmiş olduğu gerçeğini değiştirmez. 
Tarafsanız ikilemin bir parçası olursunuz.

Are you here filmi yakın bir dostluğu konu olan sıradan bir komedi gibi dursa da derine indiğinizde farklı rollere bürünmüş karakterleri kendilerini keşfetme yolculuğunu konu almaktadır. Kendi deliliğe vurmuş Ben ve onun hava durumu sunucusu, çapkın arkadaşı Steve, bir araya gelip kafaları çekerler. Bir gün Ben’in babası vefat eder ve miras için eve döndüklerinde kendinden başka herkesi suçlayan ablası ve ilginç ve genç üvey annesi ile bir araya gelirler.

Sopranos ve Mad Men’in yazarı Matthew Wiener hem yazmış hem yönetmiş. Zach Galifianakis ve Owen Wilson oldukça başarılı performans ortaya koymuşlar. Hangover kadar sulu bir film olmasa da insanı güldüren bir komedi.

“Hayırseverliğin arkasına gizleniyor bir çoğumuz.”
“Dünya düşünmek için elverişli bir yer değil. Dışarıdaki havayı kokla. Mucizeler var orada.”

17 Mart 2015 Salı

God Help the Girl

“Kaçışlarda gibiyim. Tom Sawyer gibi hissediyorum. Kesinlikle kendi sahte ölümlerimizi hazırlamalıyız.”
Hayatımızda başımıza gelen olaylar bize bir mesaj vermektedir. Görülmeyen bir güç yerinde rahat durmaz ve bizi belli konularda uyarmak, uyandırmak amacıyla dürter durur. Buna hastalıklar da dahil. Bu aşamada devreye bedenimiz girer...
Filmin kahramanı Eve, anoreksiya hastalığı (yeme bozukluğu) olan bir üniversite öğrencisidir. Anoreksiyanın anlamı hayatı reddetmek... Kaynağı ise aşırı korku, kendinden nefret ve reddedilme duygularıdır.  

Eve, özel bir hastaneden destek almaktadır. Burada psikologu ona hayatı Maslow’un ünlü ihtiyaçlar piramidi ile açıklamaya çalışır ve onu yemek yemeğe ikna etmeye uğraşır. Ancak derinlerdeki kaynak daha başkadır. Muhtemelen Eve ailesinden alamadığı ilgi ve sevgi onu bu hale getirmişti. Onun yaşamın hazzını tekrardan görmesi ve kendisini olduğu gibi kabul etmesi gerekiyordur.


Eve, kişilik arayışının tavan yaptığı bu dönemde zorlanmaktadır. Hayalinde olmak istediği kişi ile o andaki haliniz arasındaki fark zihinde stres yarattığından dolayı kontrol etme hissi zirvededir. Filmin sonundaki bir konuşmada geçen “kontrol edilen mutluluk illüzyonu” bu durumu ifade etmektedir.

Eve, Yazın başında gitarist olan James ile arkadaş olur. James onu bir anda tutulur ama ancak onun ebeveyni gibi davranır. Onun da rahatsızlığı astımdır. Bunun da anlamı nefes almaya hak duymamak boğulmuşluk hissi ve bastırılmış gözyaşıdır... Ondaki travmalar ile Eve bir şekilde birbirini bulmuştur. James, hayatının sorumluluğunu üstlenme güveni duymuyordur. James, Eve’i müzik dersi verdiği Cassie ile tanıştırır ve Eve’in girişimiyle üçü bir müzik grubu kurarlar.


O yaz onların o yaşa kadar geliştirdikleri kimlikleri, özellikleri yok edip kendilerini keşfetme yolculuğu olacaktır. James’in yazın sonundaki değerlendirmesi oldukça çarpıcıdır:
“Tamam. Eve’in bana söylediklerinin çoğunun doğru olduğunu anlıyorum. Sanırım aşırı inatçı ve üzücü olduğumu düşünüyor. Sadece rahat olmak istediğimi düşündüğünü biliyorum. Bunun nereni kötü ki? En azından bu bir istek. Tek istediğim kontrolün elimde olduğu bir mutluluk dönemiydi... ...Hep albüm yapmanın hayalini kurmuştum. Hep pop tarihinin zaman çizelgesine küçük bir bayrak dikeceğimi hayal etmiştim. Size mantıksız gelebilir ama ne var biliyor musunuz? Bu yazın harikalığı başka bir yerden geldi. Bir anlığına hepimiz doğru yerdeydik ve olasılıklar sınırsızdı.”

16 Mart 2015 Pazartesi

Maps to the Stars


İnsanların çoğu, zihinleri tarafından yönetilir. Zihin korku temeli çalışır ve bu korkulardan biri de kimlik korkusudur. Hele bir de çocuk yaşlarda yaşanan bir travma varsa zihin bir savunma mekanizması oluşturur ve beyindeki o bölgeyi kapatır ve üzerine kimliğin bir parçası olan bir maske daha ekler. Yaratılan sahte benliklerle özdeşleşir insanlar... Bu maskeler önce aile ve daha sonra çevre ve toplum tarafından koşullandırılır. Bir veya daha fazla maske ile yaşamaya devam ederler. Bu öyle bir durumdur ki...
Hem mahkumuzdur, hem de gardiyan.
Bir grup insanın ise durumları herkesten daha vahimdir. Onlar bu maskelerin üzerine daha güçlü ve şöhretli maskeler takmak zorunda olan sinema oyuncularıdır. Bu dualitenin seviyesini iki katına çıkarır. Halkın gözündeki imajı ile kendi yarattığı sanal kimlik arasındaki ikilem onları dayanılmaz bir arayışa ve doyumsuzluğa iter... Bir yandan kimliklerini beslemek için her şeyi yaparken bir yandan sahne ruhsal ve bedensel arınma ile ilgilenirler. Hakikat arayışında olan ruhun görevini ele geçiren aydınlanmış ego bu sefer kılık değiştirmiş ve ermiştir. Hakikatin bununla uzaktan yakından ilgisi yoktur.

Maps to the Stars filminde sıra dışı yönetmen David Cronenberg bu durumu sahneye müthiş bir şekilde aktarmış. Kendi üslubuna yakışır bir şekilde biraz uç ve aşırı bir son ile filmi bitirmiş.


Filmin kahramanı Havana, çocukluk travmasından dolayı annesini bir türlü affetmemektedir. Onun hayalini görmektedir. Almak istediği bir role kafasını takmıştır. Rolü kaybeder. Rolünü kaptırdığı kişinin ufak oğlu vefat eder ve rolün ona kalma ihtimali doğar. Bu duruma bile sevinecek hale gelmiştir...


Hikayenin diğer kahraman ise ailesi tarafından tamamen dışlanan Agatha’dır. Kardeşi ünlü bir oyuncu olmuş ve aile onsuz refah içerisinde yaşamaktadır. Aile dışlanan bir kişi ailenin başka bir ferdi tarafından temsil edilir; bu kendi yükümlülüklerinin üzerine ek yükümlülük taşımak gibidir. Agatha’nın bu durumunu bilinçaltından kardeşi Evan yaşamaktadır. Bir gün Hollywood’a çıkıp gelen Agatha’yı ailesi yine istemez ve olaylar gelişir.

Filmin oyuncuları ustalıkla seçilmiş. Müthiş filmlere imza atmaya başlayan Julianne Moore çok başarılı. 1989 doğumlu Avustralya’lı Mia Wasikowska son beş senedir oynadığı filmler ve performansı ile keyif veriyor. 

5 Mart 2015 Perşembe

İtirazım Var


Kendini geliştirme ve uyanma yolunda ilerleyenlerin en çok duydukları kavramlardan biri “şimdi” veya “anda olmak”... Bu kavramı gerçekten anlıyor muyuz? Anlamak için zihnimizi devreye alıyoruz? Zihin bu düşünüp tartıp anımı yaşamalıyım mı diyor? En temel yanlış anlama belki de anımı yaşayıp günümü gün edeyim diyerek daha da egosal bir tavra bürünmektir. Peki neden bunu anlamak bu kadar zor? Cevap soruda gizli... Anlama zihinle yapılacak bir şey; zihin için sadece geçmiş ve gelecek vardır. Bir şey yaşarsınız ve artık bu bir deneyimdir, yani geçmiştir... Bu deneyimi sevmişizdir tekrar yaşamak isteriz, planlarız; bu da gelecektir. Zihin asla şimdide var olamaz. Bu sebeple doğru kelime anlama değil, hissetmek, özümsemek veya anla bir olmak olabilir. Bunun için de zihninizi bir kenara koymanız gerekir.

Sıradan gözüken ama bir o kadar ilginç olan bu filmin en önemli repliklerinden biri şöyledir:
“İnsan sadece suçluyken kaçmaz. Bazen suçlandığın için de kaçarsın. Ama bir kere kaçmaya başladıysan bir şeyleri de muhakkak kaçırırsın elinden; bazen gençliğini kaçırırsın, bazen geleceğini, bazen de aklını... Fakat işin en güzel tarafı da bundan sonra başlar, çünkü aklını kaybedince korkularından da kurtulursun. Bu da seni özgürleştirir. Çünkü sadece korkaklar kendi akıllarına güvenirler ve bütün korkaklar hakikatin esiridir. Oysa hakikat, akıl veya başka bir şeyle  kavranılmaz. Hakikatin ancak parçası olunur. Bunun için kurtul! Geçmişinden, geleceğinden, aklından... Kainatta ne varsa şu anda olduğunu görmüyor musun? Sadece burada, sadece şimdi... Gözlerini kapa ve kalbini aç. Aklını da bırak gitsin.”

Anda olmak, hakikate ulaşmak akılla ulaşılacak bir şey değildir, herkesin kişisel yolculuğu farklı ve değişkendir... Bir anlamda anda olmak akışta olmakla özdeştir ve bu akışta olan bir kalp ile mümkündür. Bizi genelde kontrol eden zihnimiz ise koşullanmıştır. Ailemiz, eğitim sistemimiz, kültürümüz ve dinimiz zihni koşullandırır ve sabitler. Yaptığımız davranışları otomatik olarak yaparız... Arkasında yatanı görmeden...
Filmin kahramanı eski boksör imam Selman Bulut eşini dövmek güdüsü ile yanıp tutuşan bir polise şöyle der: “Dövememek merhametten, dövmemek kibirdendir...”

Zihnin en büyük koşullanması ile sözde din le olur. İnsanları, toplumları yöneten politika  katılmış inanç ile... Ne de olsa hassas bir konudur ve zaten tartışmayı sevmeyen zihin için tamamen örtülü bir alan haline gelebilir bu alan. İmam Selman tüm diğer görüşleri araştıran biri olarak Diyanette çalışan birine şöyle der:
“Siz de yeteri kadar enteresansınız; diyanette çalışıyorsunuz...
Din u millet sorar isen, âşıklara din ne hacet Âşık kişi harab olur, harab bilmez din diyanet... Yunus Emre...”

İhsan Eliaçık'ın Mülk Yazıları adlı kitabının bir bölümünden alıntılanarak derlenen vaaz da oldukça ilginçtir ve değerli dinimizin tarihte nasıl çarpıtıldığı konusunda yeni bir bakış açısı getirir:
“İhtiyaçtan fazla mal haramdır, hırsızlıktır… Altın ve gümüş, yoksullar üzerinde hegemonya kurmak için kullanılıyor… İnfak edilmiyor… Mülkte şirk koşuluyor… Kırkta bir diye bir şey tutturulmuş gidiyor… Komşusu açken tok yatmamak için zengin mahallelerine taşınanlar var… Peki sokaktaki açtan, yoksuldan haberiniz var mı? Bu dinin klasik fıkıh anlayışı, yeryüzünün sokaklarında aç gezen 1 milyar insan için ne diyor?
O fıkıh, Ömer’i vuranların, Ebuzer’i çöle gömenlerin, Ali’yi hançerleyenlerin, Hüseyin’i susuz bırakanların, Medine’yi yağmalayarak dokuz yüz sahabe kadınına tecavüz edenlerin ve Kabe’yi mancınıkla ateşe verenlerin fıkhıdır. O fıkıhtan bir şey çıkmaz. O, zenginlerin, kodamanların, cariye ve köle sahibi olma peşine düşmüşlerin fıkhıdır. Sultanların, harem ağalarının, zindandan İmam-ı Azam’ın kırbaçtan morarmış cesedini çıkaranların, kırkta bircilerin fıkhıdır… Ebuzer Gifari’nin dediği gibi ‘Geceyi aç geçirip de kılıcına davranmayanın aklından şüphe ederim’...”

Tüm bu derin mesajlarının yanı sıra filmin aslında bir Sherlock Holmes uyarlamasına benziyor...
Camide gerçekleşen bir cinayeti imam Selman çözmek için maceradan maceraya koşar. Filmin senaristliği ve yönetmenliğini yapan Onur Ünlü’nün kurgusu muhteşem. Diğer oyuncular gücenmesin ama Serkan Keskin filmi almış götürmüş...

Hiç bir şey göründüğü değildir, hiç bir şey görüldüğünün tersi değildir.

2 Mart 2015 Pazartesi

Sevdiğiniz Şey Olun, Yaptığınız Şey Değil!

İngilizce’de insan “human being” olarak geçer... 
Being” olmak fiilidir, yapmak değil. 


Ancak biz yaşamımızda olmaktan çok yapmaya odaklanıyoruz. Yaptıklarımızla kendimizi tanımlamaya, özdeşleşmeye başlıyoruz. Tanıştığımızda bile ilk sorulardan biri “Neler yapıyorsunuz?” oluyor. Dolayısıyla, zihnimiz tüm yaptıklarımızı kontrol etme arzusu ile yanıp tutuşmaya başlıyor. 
“Özgünlük, kim olmamız gerektiği ile ilgili düşüncelerimize aldırmamak ve kim olduğumuzu kucaklamanın günlük uygulamasıdır.” [Brené Brown]
Herkesin takdir ettiği bir işiniz mi var? Yoksa tam tersi herkesin takdir edeceği bir iş, bir pozisyon peşinde mi koşuyorsunuz? Yoksa çoktan bıraktınız kariyer peşinde koşmayı, kendi işinizi yapma hayalleri mi kuruyorsunuz? Kendi işinizle hedefiniz kendi başınıza para kazanmak mı? Yoksa sevdiğiniz bir işi mi yapmak? Ya da sadece başım rahat olsun, kazandığım bana yeter mi diyorsunuz? 

Ne yapıyorsunuz yapın, iş o soru sorulduğu zaman nasıl hissettiğimizde?
“Eee, ne iş yapıyorsunuz?”



Kafanızdan aşağı kaynar sular mı iniyor, yoksa bazılarının yaptığı gibi unvanınızı isminizin başına mı ekliyorsunuz? Ya da bunu anlatmak çok mu zor? Yoksa sadece sorudan mı rahatsız oluyorsunuz? Soru sizin değerinizi yaptığınız işle bağdaştırıyor gibi mi geliyor? Hatta durum bir karşılaştırma gibi mi? Lakin siz cevabı verdikten sonra karşıdaki kişiye aynı soruyu sormazsanız ayıpmış gibi hal alacak durum...

İş, Unvan, Etiket

Bu başlangıç sorusu belki de insanları gerçekten tanımamıza engel oluyordur. İş, Unvanlarımız ve diğer etiketler yanlarında birçok varsayımlar getiriyor. Mühendis kafalı, sanatçı yaratıcılığı, finansçı duygusuzluğu, öğretmen sabrı, memur işte, doktor asosyal vs vs...  Doğal olarak bu varsayımlar kişiden kişiye, kültürden kültüre değişimler gösterecek olsa kişinin gerçek özelliklerinden çok olabilir.
Şu nasıl olurdu?


“Şu anda bankada çalışıyorum ama hayatımda bir arayış halindeyim, en çok sevdiğim şey tiyatro... Para diye bir şeyin olmadığının da farkında vardım, beslendiğimi hissedeceğim bir meslek arıyorum... Tiyatro izlerken kendimden geçiyorum... İnsanlarla bir oyunda bile bir olmak harika bir duygu...”

Şöyle sorular sorsak:
Hayatınızda en çok keyif aldığınız şeyler neler?
Kendinizi ne zaman canlı hayat dolu hissediyorsunuz?
Bunlar sadece yakın olduklarınızla yaptığınız konuşmalara benziyor di mi? İnsanların etiketleri yerine gerçekten kim olduklarına, ne yapmaktan keyif aldıklarına odaklanmak belki bu “Ne iş yapıyorsun?” sorusundan daha samimi olacaktır.


Artık kendinizi daha uygun bir dille tanıtmak için bir devrime hazır mısınız? 
Sizi heyecanlandıran olaylar, hobiler, etkinlikler... Sizi canlandıran, hiç yorulmadığınız, yaptıkça daha fazla hissettiren işler...
Peki tam bunları yazdıktan sonra, acaba bu işlerle mi uğraşmak isterdiniz? 
Bu işlerle bir olmak mı sizi hayatla bütünleştirebilir miydi?
Sema dansının dinamiği içindeki dinginlik ve huzur mudur bu?..