Fransız filozof Rene Descartes'ın, 1600’lü yıllarda söylediği o meşhur
sözünü bilirsiniz:
“Düşünüyorum öyleyse varım.”
İnsanlık, düşünebildiği için kendini diğer canlılardan daha üstün görüyor. Ne de olsa geçmiş ve gelecek
hakkında düşünebilen bir zihne sahibiz. Kendini ‘akıllı’ olarak
nitelendirdiğimiz bu bakış açısı ile zekayı ölçmek için kullanılan IQ testi önem kazandı. Okullarda matematik, fizik ve kimya gibi dersler ön plana çıkmaya ve bilişsel iş alanları da daha popüler oldu.
20. Yüzyılda ünlü Nörobilimci Antonio Damasio “Descartes’in Yanılgısı” adlı kitabıyla duyguların düşünceleri nasıl etkilediğine dair bir kitap yazdı. İnsan beyninin düşünmekten ziyade, duygularıyla hareket eden ve davranışlarına mantıklı bahaneler bulan bir yapıda olduğu ortaya konuluyordu. Bu 'Duygusal Zeka' kavramını ortaya çıkardı.
20. Yüzyılda ünlü Nörobilimci Antonio Damasio “Descartes’in Yanılgısı” adlı kitabıyla duyguların düşünceleri nasıl etkilediğine dair bir kitap yazdı. İnsan beyninin düşünmekten ziyade, duygularıyla hareket eden ve davranışlarına mantıklı bahaneler bulan bir yapıda olduğu ortaya konuluyordu. Bu 'Duygusal Zeka' kavramını ortaya çıkardı.
Bugünlerde “Damasio’nun Yanılgısı” diye bir kitap
çıkabilir. Duygular da düşünceler
de zihnimizin üretimi. Zihnimizin ham maddesi ise kişinin bilgisi ve
deneyimleri. Tüm bilgi ve deneyimlerimiz geçmiş kaynaklı... Yeni hiç bir şey olamaz, aksi takdirde bellekte depolanıyor olmazdı. Kaynak ne olursa olsun bu gerçek değişmez. Bu sebeple yaratıcılık ve ilham için
artık “Ruhsal Zeka” deyimi ve Einstein'ın söyleşiyle sezgilerimiz gündeme gelmeli... Aksi takdirde insanlık duygu ve düşünceleriyle yani beyninde oluşturduğu 'kimlik' ile özdeşleşmeye devam edecek...
Beyin elbetteki insan ruhunun düşmanı değil; amacı bedeni hayatta tutmak. Düşünerek, duygularını kullanarak sosyal bir şekilde yaşamayı başaran insan için sosyal olmak hayatta kalma meselesi. Bu genlerimize işlenmiş durumda. Bir topluluğa ait değilsek hayatımız tehlikede... Kabilede yer edinmek son derece önemli. Oysa insanlık, son 100 yıldır çekirdek aile şeklinde bir evde yaşamaya ve
son 10 senedir de İnternet'le beraber sanal dünya üzerinden birbirleri ile
irtibata geçmeye başladı.
Artık devir Sosyal Medya devri...
Bir tuşa basarak arkadaş
sahibi oluyoruz. Facebook’da ortalama arkadaş sayısı 300 civarında. Yaşları
18-24 olan belki de en sosyal olacak gençlerde ise bu rakam 500 kişiyi geçmiş
durumda.
The Innovation of Lonelines
(Yalnızlığın İcadı) adlı animasyonda maymunların 50’den daha fazla gruplar
oluşturduğunda grubun doğal olarak ikiye ayrıldığından bahsediliyor. İnsanlar
için ise bu rakama maksimum 150 civarında. İnsanlık tarihindeki kabileler için de aynı durum geçerli. Bu demek oluyor ki en fazla 150 kişiyi samimi olarak
tanıyabiliyoruz. Bu gruplar içinde egonun kendini tanımlama şekli dört
şekilde meydana geliyor: (i) Kariyer, (ii) Varlık, (iii) Kişisel İmaj, ve (iv)
Tüketim şeklimiz; gittiğimiz yerler, tükettiklerimiz, kullandıklarımız.
Sosyal medyanın en değişik yönü tüm bunları bizim bir noktaya kadar yaratabilme yeteneğimiz ve kontrollü diyalog imkanı. En iyi gözüken fotoğraflarımız, mesajlarımız, takip ettiklerimiz, bunların hepsi planlı ve güncellenebilir durumda. Shimi Cohen’e göre sosyal medya bize üç fantezi sunuyor:
- Kendimizi olmak istediğimiz noktaya koyabileceğimiz...
- Her zaman duyulacağımız...
- Hiçbir zaman yalnız olmayacağız...
“Paylaşıyorum, öyleyse varım!”
Tetikte olmalıyız, zihin güvenli bir alanı tercih eder. Sosyal medya ile yaratılan ortam, onun için çok elverişli bir durum. Her yeni tanışma veya diyalog
beyin için bir değişikliktir, beyin değişiklikleri hiç sevmez; sadece güvende olduğunda kazançları azami düzeyde
tutmak ister; daha fazla arkadaş, imaj, görülmek vs... Teknoloji zihin için konforlu bir
alan yaratıyor gibi görünüyor. Aldığımız her 'like' beynimizde dopamin salgılanmasına sebep oluyor. Dopamin bir çok bağımlılık yaratan maddenin beyinde yaptığı geçici mutluluk ve enerji yaratan hormon. Bağımlılığın en tipik özelliklerinden biri ise dozajın her seferinde artırılması gerektiğidir. Daha fazla, daha fazla... Beğeni sayıları, takipçi sayıları hiç bir zaman yeterli düzeye ulaşmaz...
Oysa iletişimin en önemli ögeleri beden dili, gözler ve ses tonu ile verilen mesajlardır, ki genelde söylenen sözden daha geçerlidir bu mesajlar... Doğal koşullarda yaratılacak ilişkiler ise beynimizde serotonin hormonlarını devreye sokacaktır. Bu hormon insanlar arasındaki bağı kuvvetlerinden ve dopamine göre daha uzun vadeli etki gösteren bir hormondur. Kalıcı dostluklar ve ilişkiler için katalizör görevi üstlenir. Bunların hiç biri mesajlarda veya emojilerde bulunmaz... Her geçen gün içtenliği kaybediyoruz.
Oysa iletişimin en önemli ögeleri beden dili, gözler ve ses tonu ile verilen mesajlardır, ki genelde söylenen sözden daha geçerlidir bu mesajlar... Doğal koşullarda yaratılacak ilişkiler ise beynimizde serotonin hormonlarını devreye sokacaktır. Bu hormon insanlar arasındaki bağı kuvvetlerinden ve dopamine göre daha uzun vadeli etki gösteren bir hormondur. Kalıcı dostluklar ve ilişkiler için katalizör görevi üstlenir. Bunların hiç biri mesajlarda veya emojilerde bulunmaz... Her geçen gün içtenliği kaybediyoruz.
Kendini zihinle özdeşleştirmiş bireylerde bu durum çok vahim
seviyeye çıkabilir. Lakin, sosyal medyada bomba gibi bir fotoğraf, müthiş sosyal
bir imaj sahip biri ile tesadüfen karşılaştığınızda bambaşka bir insan çıkabiliyor
karşınıza. Söylevlerde bulunan biri, iki kelimeyi bir araya getiremiyor olabilir.
Bu oluşan “çarpıtılmış kimlik” e-ego diyebileceğimiz bir
boyut kazandı.
Elbetteki teknoloji ve sosyal medyanın bizlere bir çok katkısı da olacaktır. Ancak bu e-ego sayesinde “faydalı” olabilecek fonksiyon ve içerikler
de kaybolup gitmekte... Fiziksel olarak ilişkilerimizin, deneyimlerimizin
kalitesi düşüyor: sinemada, yemekte, derste, toplantıda, seyahatte, tuvalette...
Her dakika bağlantı halindeyiz...
Giderek bağlantı halinde yalnızlığımızı paylaşıyoruz...
Sherry Turkle’in TED konuşmasındaki gibi sosyal medya sadece
ne yaptığımızı değil, kim olduğumuzu da değiştiriyor. Bu bizi yalnız ama gerçek
yakınlaşmaktan korkan insanlara çeviriyor. Mesajlaşmak, e-posta yollamak, mesaj atarken yazdıklarınızı
düşünecek vaktiniz var, silip değiştirmek mümkün.
Kaybedilen ise, sohbet etmek, göz göze bakmak, birbirimizi anlamak...
Sohbet ederken diyeceklerinizi içinizden o anda geldiği gibi
söylersiniz, sözlerle beraber beden dili de devreye girer. Hele bir de samimi
bir kişiyse berabersek, bu ona gerçek öpücük, gerçek sarılmanın yerine hangi sembol
geçebilir. Tam olarak tanımadığınız kişilerden elde edilen suni
ilişkiler bize ne katıyor? İş arkadaşınızla, ailenizle, arkadaş toplantılarında,
yemekte sosyal medyaya bağlanmak gerçek sohbetleri yok etmeye değer mi?
Şapkamızı önümüze koyma ve kendimizi bu konu gözlemleme
zamanı gelmedi mi? Bu ilişkisiz ilişkilerin temelinde kendimiz ile olan ilişkimiz mi yatıyor? Yoksa bu yalnızlık, kendimize daha yabancı olmamızı mı
sağlıyor?
yazmayı hiç bırakma lütfen Deniz..
YanıtlaSilçok içten bi' dilek bu..
sevgiler..
Çok teşekkür ederim... :)
YanıtlaSilSonuna kadar sıkılmadan okudum elinize sağlık. Günümüzü iyi özetlemişsiniz.
YanıtlaSilDeğerli yorumunuz için teşekkür ederim. Sevgilerimle.
Sil