15 Ocak 2017 Pazar

Hipokrat


Her geçen gün, insanlığın kendi kendine yarattığı sistemin yan etkilerini daha fazla hissediyoruz. Bu sisteme göre, hayatta kalmak için eğitim görmeliyiz. Rekabete ve ezbere dayalı olan eğitim için üstlenilen maddi ve manevi yük, hayatı yaşamamıza engel oluyor. Hayat hakkında bir anlayış geliştirdiğimiz de söylenemez... Tüm bunlar yetmezmiş gibi, mezun olanları, okuldan daha da sert bir rekabet bekliyor. Çalıştıkları yerin değerleri ile kendi kişisel değerleri arasında ortak yönler bulanlar şanslı sayılırken; çoğu çalışan oyunun kurallarına uyarak gerekli kimlikleri kendilerine ediniyorlar. Derken, çocukken atılan tohumlar, stres, bağımlılıklar, mutsuzluk, hırs ve en sonunda da hastalıklar olarak meyvelerini vermeye başlıyor.

Doktorlar, bu durumdan belki de en çok etkilenen grup... Zorlu ve uzun eğitim sürecinden sonra; hem bir işletmenin çalışanı oluyorlar, hem de sağlıkları ile ilgili kendilerine gelenlere Hipokrat yemini ışığında kararlar vermeye çalışıyorlar. Hele bir de çalıştıkları hastane, bir ticarethaneye dönmüşse; kar-vicdan-bilgi üçgeninde sıkışıp kalıyorlar. Bilgi diyorum, lakin doktorlar ne öğreniyorlar? Okulda beden ve hastalıklarla ilgili bir çok şey...
Bu aşamada iki önemli soru ortaya çıkıyor? (1) Biz sadece beden miyiz? (2) Hastalıkların sebepleri psikolojik veya ruhsal mıdır? Bu iki soruya da cevap vermek, çok büyük anlayış gerektirmekte... Bunlar da genellikle bilimin konusu değil... Genel olarak bakacak olursak, çoğu geleneksel tıp, ağırlıklı olarak semptomlarla ilgileniyor ve yine çok yoğun bir şekilde ilaç ve ameliyat yolu ile hastalığı yok etmek veya semptomlarını azaltmaya çalışıyor.

Hipokrat isimli film, babasının hastanesinde çalışmaya başlayan genç doktorun etrafında dönüyor. Boş yatak maliyetinin, hastalarla karşılaştırılan hastanede, yabancı uyruklu stajyerlerin diğer sorunları konu ediliyor.


Tüm bu sorunların yanında, çok daha önemli bir karar ile karşı karşıya kalır genç doktorumuz... Ölmek üzere olan yaşlı bir hasta büyük acı içindedir. Tedavisi mümkün olmayan hasta, artık bu dünyaya veda edeceğinin farkındadır. Bir gece nöbeti sırasında kalbi durur ve bir ekip onu tekrardan hayata döndürmek için çalışmaya başlar. Hastanın ailesi bile artık onun acılarının son bulmasını dilerler... Bu durumda, hastanın durumuna müdahale edip onun bedenini yaşama geri döndürmeye mi çalışmalıdır?

Ezbere cevap vermeden önce, bu durumu iyice hissedersek, kendimizi hastanın veya ailesinin yerine koyarsak, cevabının o kadar bariz olmadığı ortaya çıkar. Kimilerinin Tanrı Sendromu dedikleri bu durum da bazen doktorların karşı karşıya kaldıkları zorlayıcı durumlardan biridir. Vicdan – ahlaki kurallar – yasa – hastane kuralları arasında sıkışabilirler... Aslında kendilerinden çok büyük bir güç devrededir ve siz, o dinamiğin bir parçası oluyorsunuz; bu basit düşünce kalıpları ile çözülebilecek bir mesele olmaktan çok uzaktır...

Bir yandan, bu çok zor meslek dalında çalışan doktorlara minnet duyarken, öte yandan daha bütünsel bir yaklaşımın, bir insanın sadece beden değil; beden ve ruhtan oluştuğunu gören, bireylerin ataları ile ilgili olduğunu kavrayan bir anlayışın yaygınlaşması gerektiği aşikardır. Bu konuda bir çok bilimsel araştırma da, başta psikoloji olmak üzere bir sürü veri sağlamaktadır... Hepimiz en az üç nesilden taşıdıklarımızla hayata gelmekteyiz. Bu dinamikleri anlayan bir tıp, hayatı kavramamızı ve daha dolu yaşamamızı sağlayabilir...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder