“Acı kaybımız”
diye ilanlar veririz... Gerçekten de acımız derin ve büyüktür. Özellikle de bu
dünyadan göçen ruhun bedeni küçükse... Haksızlıktır bu! Kimse kendi çocuğunu
toprağa vermemelidir... Acının boyutunu ancak yaşayan bilebilir...
Böyle durumlarda söylenecek çok fazla bir şey de olmaz.
Bazen suçlanacak kişiler ve en nihayetinde isyan ettiğimiz Tanrı olabilir
sahnede... Ancak eninde sonunda olanla yüzleşmekten başka bir çare yok gibidir.
Yüzleşmenin mümkün olmadığı anlarda ise, kalanlar ölü gibi yaşamaya
başlarlar...
Filmin kahramanı Jacques,
oğlunun ölümünden sonra bir türlü kendine gelememiştir. Karısını bırakmış, onun
peşinden gelmesini beklemiştir. Bu gerçekleşmeyince, kendine işine vermiş ve bitkin
bir hayat yaşamaktadır. Daha sonrasında, eski eşi hayatına devam etmiş, yeniden
evlenmiş ve hatta çocuğunun öldüğü yaşlarda bir çocuğu olmuştur.
Jacques, babasının
ölümü ile memlekete geri döner ve eski karısını arar. Onun yeni evliliğinden
olan çocuğu ile tanışır. Daha sonra çocukla ebeveynlerinin haberi olmadan yakın
bir ilişki kurar. Ölen oğlunun yerine yarı kardeşini koyar... Tüm mal varlığını
ona bağışlamak ister, oysa aralarında hiç bir kan bağı yoktur. Kendi oğlunun
yerine bu çocuğu koyması pek de uygun bir davranış değildir, öte yandan annesi
henüz ilk çocuğunun eşyaları ile vedalaşmamıştır...
Çoğu zaman bu tip acıklı filmleri seyretmek bile istemeyiz;
seyrettiğimiz zaman ise hemen etkisinden kurtulmak, mevcut rutine dönmek
isteriz. Burası bizim oluşturduğumuz güvenli alandır. Oysa bize dokunuyorsa,
çok yüksek ihtimal ya bizim de bir kaybımız vardır ya da ailemizde/atalarımızda
benzer olaylar yaşanmıştır. Derindeki bir mekanizma bu olaylar ile yüzleşmemizi
ve onun üzerinden geçerek büyümemize imkan vermek ister...
Çocuk Kayıpları
Aile sistemi çalışmalarında gördüğümüz gibi çocuk kayıpları
– ki bunlara kürtaj ve düşükler dahildir – hayatımızı etkiler... Hatta
annemizin veya anneannemizin kayıpları da bunlara dahildir. Diğer bir önemli
konu ise çocuk kayıplarının ebeveynlerin arasını açma ihtimalidir. Acıyı
farklı boyutlarda yaşayan eşler birbirine destek olamayabilir veya herhangi
bir sebepten dolayı birbirini suçlayabilir. Özellikle kürtaj durumunda, baba olayın dışında durursa veya dışı itilirse
kadın bu olayı yalnız yaşamak zorunda kalır.
Bert Hellinger der ki: “Bir kadın hamile kaldıysa, artık annedir.”
Oysa tüm ölüm vak'alarında
olması gerektiği vedalaşma ve yas tutma gereklidir. Olayın olduğu gibi
görülmesi ve yaşanması süreçlerin sağlıklı ilerlemesi için uygun olur.
Kayıp
Tecrübelerimize göre söyleyebiliriz ki, bugün dünya üzerinde
yaşayan herkes yaklaşık 150 sene ölecektir. Kimse burada olmayacaktır. Aklınıza
gelen herkes için geçerlidir bu. Biz ise ölen kişiler için, kayıp kelimesini kullanırız. Kaybetmek
fikrinin ardında sahip olmak fikri
yatmaktadır. Benim kavramı zihnin en
temel yanılgılarından biridir. Hiç kimse hiç kimsenin ve hatta hiç bir şeyin
şeyin gerçekten sahibi değildir. Her şey geçicidir. Her şey bu dünyanın
dinamikleri ve bedenimizle sınırlıdır. Kalıcı olan ise özümüzdür; ruhumuzdur...
Ruhun yaşı, cinsiyeti var mıdır? Ruh ölür mü?.. Bizi hayata getiren anne
babamız mı bizi yaratan? Yoksa Yaradan mı?
Eğer ruha inanmıyorsanız, o halde hiç probleminiz
olmamalıdır. Çünkü zaten bu bedenin toprağa gideceğini biliyorsunuz...
Kaybedecek ne var ki?
Öte yandan, gerçekten kim
olduğunuzu inceliyor, zihnin ötesine geçerek bunun farkına
varabiliyorsanız, o halde tüm Evreni, Tanrıyı anlamışsınız demektir. Tüm
olayların ardında ailemiz, onların ardında onların ailesi ve en sonunda da
Tanrı’yı bulursunuz. Onun her şeyden haberi olduğuna göre ortada yargılanacak
fazla bir şey de yoktur.
Dünya sonsuz güçlerin yönettiği bir oyun gibidir; bizden
daha büyük güçlerin oyununu anladığımızda, bu anlayış bizim hayattan keyif almamız ve bütün bir parçası olarak
hareket etmemizi sağlar...
Bu açıdan bakmaya başladığımızda kişilik ve zihin ile
özdeşleşme azalır. Zamanla azalacak ve bitecek
acı hala oradadır ancak ıstırap yok
olmuştur...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder