23 Temmuz 2017 Pazar

Winter On Fire

Hiç bir devrimin gerçek bir kazananı olmamıştır. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan sözde başarılar bir süre yerini başka çatışmalara bırakmıştır. Her başkaldırı bir diğer tarafa yöneliktir. Doğası gereği birbirinin aksi fikirde iki taraf olmak zorundadır. Bu toplumsal ikilik, tüm zihinlerin kolektif olarak topluma yansımasıdır. Her iki tarafta kendini fazlasıyla haklı görür. Elbette güçlü olan taraf bunu zalimce kullandığında insanın yüreği parçalanır ve tepkiler doğar. Öte yandan hangi tarafta olursanız olun bu kutuplaşmayı destekler. Niyetimiz ne kadar iyi olursa olsun, kutuplaşma artar ve bir gün kırılma gerçekleşir. Hindistan'da veya Rusya'da olduğu gibi, Bir süre devam eden zafer sarhoşluğundan sonra yeni kutuplaşmalar başlar... Bu kaçınılmaz gözüküyor...


Winter On Fire filmi bir belgesel. Ukrayna’da gerçekleşen direnişini tüm detayları ile anlatıyor. Sivil halk ile hükumet arasındaki fazlaca şiddet içeren bu olayları seyrederken taraf olmamak mümkün değil gibi... Tüm o yaşanan acımasız ve haksız tavırlar insanın yüreğini hareket geçirirken zafer alkışları ile zihnimizde oluşan sevinci hissedebiliriz.

Oysa bu kalıcı bir çözüm müdür? Olsaydı yaklaşık 10,000 senedir ayrımlar, savaşlar, isyanlar ne getirdi? Ne götürdü? Ölümler, yaralılar ve devam eden bir intikam... Yüzlerce yıl önce olan olayların nefretle anılması. Sistemik çalışmaların öncüsü olan Bert Hellinger’in kitabında çok ilginç bir örnek var... 28 Haziran 1389 yılında Kosova Meydan Savaşında Müslüman Osmanlılar Sırp Prensi Lazar’ı öldürür. Sırplar Lazar’ı aziz ilan eder. 28 Haziran 1914’de Avusturya veliahdı Saraybosna’da Sırplar tarafında öldürülür. Osmanlılar ve Avusturya ittifak halindedir... 28 Haziran 1989’da Milosevic başa gelir... Aziz Lazar’ın kemikleri Kosova’da bir anıt mezara taşınır. Anıtta şöyle yazar: “Haziran 1389 – Haziran 1989, Müslümanlar’ın Sırp’ları yönetmesine izin vermeyiz.” Bu kuşaklar ötesi bir hafızadır...


İnanılmaz ancak bir bahane ile ortaya çıkan ayrımlar yüzyıllar boyunca süregelen nefreti ve şiddeti besliyor. İnsan zihnindeki ayrımlar ve karşıtlıklar olmak durumunda, beyin bu şekilde öğreniyor ve çalışıyor. Oysa ki asıl problem zihin ile kendini özdeşleştiren insanlarda... Zihin sadece bedenimizi hayatta tutmaya çalışıyor... Bizler bedenin çok ötesinde bir öz değil miyiz? Tarih boyunca geriye yeteri kadar gittiğimizde hepimiz aynı anne ve babaya ulaşmaz mıyız? Daha da öteye gittiğimizde hepimiz aynı Yaradan’ı bulmaz mıyız? Sistemik olarak da balsak, ruhani olarak da baksak hepimiz aynı kaynaktan geliriz ve oraya döneriz. Sistemik olarak bakıldığında hiç bir şey kişisel değildir... Kabul etmesi çok zor olsa da, her birey daha büyük bir sistemin parçasıdır... Tüm bu şiddetten sadece birkaç kişi sorumlu değildir... Elbette yapılan hareketin sorumluluğunu alırız ancak olanı olduğu gibi görüp orada bırakmadıkça geçmişin kölesi olmaktan kurtulamayız...

Bu anlayış geliştiğinde, tüm özdeşleşmeler, tanımlamalar bittiğinde, bellek tarafından yönetilmediğimizde sadece bizi birbirine bağlayan bağ kalır; sevgi... Bu ruhsal bir klişe değildir... Her bir birey bu anlayışı kazanırsa tüm toplum kolektif olarak değişmeye başlayacaktır... İşte o zaman gördüğümüz kabusları beslemeyi bırakırız...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder