23 Kasım 2017 Perşembe

Song to Song

Öyle bir zamanda yaşamaktayız ki, ilişkilerimiz giderek zayıflıyor. Sosyal medya ile gelen binlerce arkadaş, kendimizi kandırmamıza sebep olabilir. Oysa fiziksel olarak, hiç bir maske takmadan, vereceğimiz cevabı hazırlamadan, silip yeniden yazmadan, emojiler olmadan, spontan olarak gelişen ilişkilerden uzaklaşmaya başladık. Büyük şehirlerin trafiği, iş hayatının temposu ve her şeyin pahalı olması, evde oturup kuracağımız sanal ilişkileri destekliyor olabilir. Öte yandan, tüm engellere rağmen dışarıda birileri ile buluştuğumuzda, bu sefer vaktimizi sanal ortamdaki kendi imaj ve dünyamızı besleyecek içerikler üretmek için uğraşıyor olabiliriz. Bol bol selfie çekimleri, oraya gittik, bunu yedik, ağaç, böcek, kuş derken gerçekten orada olmadığımız bu kısıtlı sosyal zamanımız da bir anda tükeniyor olabilir.

Öyle bir dönemden geçtim ki cinsellik sert olmalıydı. Gerçek şeyler hissetmek için can atardım. Hiçbir şey gerçek gibi gelmezdi. Bütün öpüşler olması gerekenden daha az hissettirdi. Nefes almaya çalışıyorum.”
Tüm bu kalabalığın içerisinde yaşanan yalnızlık, bizi derin bir mutsuzluğa ve daha sonra duygusuzluğa itebilir. Çünkü ortada savaşacak veya kaçacak bir durum yoktur. Bir süre sonra donuklaşmaya başlar ve gerçekten yaşadığımızı hissetmek için piyasada neler var, ona bakırız. Neler var? İş, kariyer, para, itibar, eğlence... Uyarıcılar, sakinleştiriciler, adrenalin veya dopamin sağlayan madde, şiddet veya deneyimler...
“Doğru kişileri tanımam gerektiğine inanırdım. Onlara yaklaşmam gerektiğine. Sana ihtiyacın olanı verecek kişilere, çitten atlamanı sağlayacak kişilere... Deneyim istedim. Kendime dedim ki; herhangi bir deneyim hiç deneyim yaşamamaktan iyidir. Yaşamak istedim. Şarkımı söylemek.”
Sanki ilk defa Roma İmparatorluğunda ortaya çıkan, halkı oyalamak için kullanılan Arena’daki oyunlar gibi... Piyasa dopdolu... Öte yandan her deneyim başlar ve biter. Sürekli olabilecek bir deneyim yoktur. Her biri tüketildiğinde, daha fazlasına ihtiyaç duyarız. Zihin bir önceki seviyeye hızlıca alışır.

“Şarkı söylemeliyiz. İnsanlara kalp ritimlerini yükseltmeleri için yardım etmeliyiz.” “İstediğim her şeyi yapabilirdi. Böyle bir ceket nereden alınır? İnsanın yürüyüşünü bile değiştiriyor... Her şey satılık... Hepsi... Şeref, unvan. Bunlar gerçek değil.”
Song to Song isimli film, kendini bulmaya çalışan genç bir kızın hayatını konu alıyor. Bir yandan zengin bir adamla ilişki yaşarken, diğer yandan bir şarkıcıya aşık olan Faye, ikisine de farklı açılardan bağımlıdır. Bu çıkmazın içerisinde bunalırken başka deneyimler yaşamaya ve ormanın derinlerinde kaybolmaya devam eder... Bu üç kişiye bir de zengin adamın karısı eklenir. Rhonda babasız büyümüştür; annesinin fedakarlıkları ile hayatta kaldıktan sonra gelen bu zenginlik ile bocalar...
“Ya bir sanatçı olmazsam? Bir hayatım da olmazsa. Veya başka bir hayatım da olmazsa. Etrafta koşturan biri olmaya çalışsam. Hayattan bir şeyler kapmaya çalışsam. Ne olduğumu unuttum. Kimin olduğumu. Çok uzaksın. Yakında gelmezsen öleceğim. Gel. Beni kendi kötü kalbimden koru.”
İlişkilerin bu sığlaşması çok önemli bir konuyla daha ilgili: İlişkilerimizde kendi iç dünyamızı yansıtırız;  içimizde bastırdığımız ne kadar duygu veya düşünce varsa karşımıza çıkan kişiler ve olaylar bize aynalama yapar. Kim olduğumuzu, daha doğrusu kim ve ne olmadığımızı anlamak için ilişkiler çok değerlidir. Özellikle de anne ve babamızdan tam ve sağlıklı bir sevgi akışı olmamışsa veya aşırı derece özveride bulunmuşlarsa, yetişkinlik aşamasına geçmekte zorlanırız. Bize verilen hayat planınında herkes mutlu gibi gözükür. Bir şekilde olduğumuzu sandığımız kişi ile olmamız gerektiğini düşündüğümüz kişi arasındaki çelişki bizi çözülemez bir ikilemde bırakır.
“Babam bizi terk ettikten sonra işe yaramaz olduğunu düşündün. Anne, bize çok fazla verdin.”
“İyiliğe karşı savaş açtım. Beni kandırdığını düşündüm. Diğerlerinden daha iyi yaptığından daha iyi yapabilirim diye düşündüm. Hayatı onlar için güzel kılan şeylere ihtiyacım olmadığını... Baba, özür dilerim; kız kardeşlerim kadar gururlandıramadım seni... Benim için çok fazla fedakarlıklar yaptın... Senin yapamadığın şeyleri yapmam için...
Olduğumu düşündüğüm kişi değildim. İyi biri miyim? Veya bunu istemem. Veya insanlar beni sevsin diye öyle gibi görünmem...”
Oysa ki, biz olmayan ne varsa, ki bunu en iyi ilişkilerde keşfederiz, bırakmaya başlarsak; gerçekten ne olduğumuzu hatırlamaya başlarız. Evet, hepimiz bu dünyaya anne ve babamız vasıtası ile geliriz. Bu dünyada rahat etmek istersek aile geçmişi ile olan olayların üzerinden geçmeli ve olanı olduğu gibi kabul etmeliyiz. Ötesi baktığımızda ise, her şeyin ötesinde olan hakikati görmeye başlarız. İşte o zaman, bakan ve görünen hiç bir şey kalmaz... Yanılsamaların içinde onların birer illüzyon olduğunu bilerek olayların daha büyük bir sistemin doğası gereği gerçekleştiğini anlarız...
“Nasıl değişeceğimi bilmiyorum. İstiyorum. Nasıl daha iyi oluyorsun? – Bir şeyleri feda etmelisin –” “Para kazan. Paranın seni kazanmasına izin verme. İllüzyon yarat ancak asla illüzyona inanmaya kalkma. Sakın ona kapılıp gitme.”

4 yorum:

  1. Sosyal medyanın insanın aklıyla oynadığını düşünenlerdenim. Ne kadar uzak dursak o kadar iyi aslında ama yapamıyoruz. Konu dikkat çekici bir bakmak lazım.

    yazimbari.com

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorum için teşekkürler. Sevgiler

      Sil
    2. Sosyal medyaya gerektiginden fazla zaman harcamaya bende karşiyim , gülen suratlar , kalpler , cicekler asdfghh havada uçuşuyor ama gel görki yan yana bir cümle kurulamıyor...

      Sil
  2. Derin ve düşündüren bir konu. Şu filmi izleyim.

    YanıtlaSil